24 Nisan 2019 Çarşamba

Türk İnkılabı Üzerine - Vestfalya ve Çaldıran'dan Çıkarılan Dersler

18-24 Nisan 2019 

Türk inkılabının neden bir türlü (başarıyla) sonuçlanmadığı tartışması hala toplumsal yaşamımızda geçerliliğini korumaktadır. Bu tartışmanın birkaç ekseni olduğu iddia edilmekle birlikte, düşünsel boyutu bizi ilgilendirmektedir. Bu yazı, Türk inkılabının zaman zaman sekteye uğramasının sonuçlarını, batıdaki örnekleriyle mukayeseli olarak tartışmakta ve milletlerin çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmasının koşullarını değerlendirme amacı gütmektedir. İnkılapçılığın seyri ve dönüm noktaları başlığı altında Türk islam uygarlığı ile batıda 17. yüzyılda yaşanan gelişmeler değerlendirilecek ve bu bağlamda iki dönüm noktasına dikkat çekilecektir.

Öncelikle bazı tanımlamalara ihtiyacımız var. Bilinen anlamıyla Türk inkılabı, cumhuriyet dönemi için kullanılmakta olan idari ve toplumsal yeniliklerin genel adı olup başta Atatürk olmak üzere birçok devlet büyüklerince dar anlamıyla kullanılmıştır. Geniş anlamda Türk inkılabı ise, Türklerin tarih boyunca zamanın ruhuna üstün veya denk bir çizgide gösterdiği idari ve toplumsal gelişimlerin genel adıdır. Devlet büyüklerinin 2023 hedefleri vizyonunu ortaya koyması, daha sonrası için 2053 ve 2071 gibi projeksiyonlardan dem vurması, inkılapçılığın ruhu itibariyle durağan olmaması, biten bir şey olmaması ile alaka olduğundan tutarlıdır. Bu gerçekten yola çıkarak millî bir inkılabın başarıyla sonuçlanmasından değil ancak başarıyla sürdürülmesinden söz edilebilir.

İnkılabın etimolojik kökeni de bize bazı ipuçları sunmaktadır. Canlıların üzerinde yaşadığı tek gezegen olarak dünyanın bir kalbi vardır. Kentlisi ve kırlısı ile Anadolu insanınca yüzyıllar boyunca özümsenmiş inanca göre âlem her an yeniden yaratılmaktadır. İnkılab ise, klb kökünden olup Arapça'da yürümek manasına gelir. Nitekim kalp de yürektir, yani istemsiz bir kas olarak ölüm anına dek durmayan bir organdır. Bu benzetmeden anlaşılacağı üzere inkılap, her an olmakta olandır. Bu açıdan nasıl ki kalbin çalışırken duraklaması beklenmez ise, inkılaptaki duraklama adeta ölümü çağrıştırır ve inkılabın yokluğunu derinden hissettirir. Bir yarışmada birinciliği korumak, birinciliğe yükselmekten muhakkak ki daha zordur. Çünkü birinciliğe yükselirken rakip başka unsurlar iken birinciliği korumak rakip kişinin ancak kendisiyle mücadelesiyle olur. Bu da, eski alışkanlıkların, eski diyarların ve eskiyen ne varsa onun terkedilmesinin yanı sıra çürümenin ve mağlubiyetlerin kabulü ile yaşanır. Kısacası inkılapçılık, dışarıdan gelen yıkıcı eylemler kadar özyıkımı da gerektirir.

Mevcut her millette olduğu üzere Türk inkılabı da esasen Türklerin tarih sahnesine çıkışından bu yana süreklilik arz etmekteydi. Uygurların medeniyete katkıları, Talas savaşı, Satuk Buğra han ve Karahanlıların islamiyeti kabulü, sonrasında Selçukluların Anadolu'yu fethi, Osmanlı'nın imparatorluğa giden yoldaki egemenliğinin genişlemesi, İstanbul'un fethi, barutlu silahların ve büyük topların kullanımı ve daha sayamadığımız birçok atılım Türklere ait inkılaplar niteliğindedir. Evet, Türkler çok yer değiştirdi, diğer modern milletlere kıyasla daha yakın bir tarihte tek tanrılı ve semavi bir inanca girdi, gittiği ve kaldığı coğrafyalarda çok devlet kurdu ama bir o kadar da devleti tarihe gömdü. Bu açıdan Türk tarihi son derece hareketlidir ve yenilikçi bir seyir izlemiştir. Bu inkılapçı tavır gerek iç gerekse dış dinamikler nedeniyle yüzyıllar boyunca elbette çizgisel bir gelişim göstermedi fakat olumsuz manada ciddi bir sapmaya da uğramadı.

Türk tarihinde önemli yere sahip olan Moğollar ile Kösedağ savaşı ve Timur’un Ankara savaşı gibi örnekler, inkılapçı tavrı bozguna uğratamamıştı. Çaldıran savaşı bu açıdan bir dönüm noktası oldu. Türk inkılapçılığı, bu iki büyük Türk hükümdarının çatışması nedeniyle paradigma değişimine uğradı. İslam âlemini bölen Safevî Devleti'nin kurucusu Şah İsmail’in meydan okuyuşuna karşı koymak üzere Yavuz Sultan döneminde ele geçirilen ve akabinde saltanatla çiftleştirilen hilafet, Osmanlı'nın maddî ve manevî yenilikçiliğine ağır bir ket vurarak Türk inkılabında adeta kırılıma neden oldu. Sultan Selim her ne kadar Mekke ve Medine’nin hizmetkârı olarak hilafet hırkasını giymişse de bu bir nevi din savaşı, Fatih döneminde ortaya çıkan Osmanlı hükümdarının Türk hükümdarı olarak hem Han, hem de Batı uygarlığının hükümdarı olarak Roma imparatoru olduğuna dair bakış açısını sekteye uğrattı. Bu kırılım, islamın yegâne temsilcisi Devlet-i Âliyye’yi islam dünyasında otorite haline getirmekle birlikte Osmanlı saltanatının çığır açıcı zihniyetini kısırlaştırdı. Kanunî döneminden sonra, Sarı Selim’den başlayarak Osmanlı sultanları savaşa gitmeyi kesince toplum ile sarayın ruhanî irtibatı tümden koptu. Padişah kendini ayrı bir dünyaya hapsederken tebaa da yavaş yavaş Asyatik kaderine terk edildi. Sonuç olarak Türk inkılabının biricik mümessili Osmanlı ne teknoloji, ne bilim, ne de maliye alanında medeniyet üretemez oldu. Dar anlamda askerî, geniş anlamda her türlü yerli bilimsel ilerlemedeki duraklama, hakikatin değil şeklin ön plana çıkarıldığı selefî zihniyetin yükselişi ile birbirini beslediği için asker de ulema da dar-ül harbe nazaran gerilemeye koyuldu. Yakın zamanlı olarak, 1648 yılında, Avrupalı devletçikler onyıllar süren mezhep savaşlarından ve dökülen kandan bıkmış olarak Almanya’nın Vestfalya kentinde bir barış görüşmelerini tamamlamıştı. Doğudaki gelişmelerin aksine, Vestfalya barışı ile zaten sembolik olan ve Vatikan’ın güdümünde bulunan Kutsal Roma Germen İmparatorluğu yüzlerce egemen parçaya ayrılacak (bu da zamanla ulus devlete giden sürecin önünü açacaktır), şekilsel özellikleri öne çıkan mezhepsel çatışma yerini barışa ve (yerel) inanç serbestisine bırakacak, Papa’nın uluslararası anlaşmalara müdahil olmasının önüne geçilecek, böylece laik ve çağdaş bir devlet yönetimi mantığı yerleşecek; devlet, iktidar, uluslararası hukuk ve savaş ahlâkı kavramları modern anlamda tartışmaya açılacaktı. Batıda şekle olan itibar yerini hakikat arayışına bırakacağı için “Allah katında saklı olan” ilimlere ulaşmanın önündeki engeller ortadan yavaş yavaş kalktı. Aynı zihniyetin ürünü olarak sanayi devrimi gerçekleşti, burjuva sınıfı ile kapitalist üretim sistemi ortaya çıktı, modern anlamda bankacılık ve çok uluslu şirketler yayılmaya başladı.

Batı’da bu gelişmeler yaşanırken; gaza inancına sahip, imanı tam, ahi ve sufi geleneğinden beslenen Osmanlı coğrafyasının zihin dünyasını güdükleştirmek pahasına çıkarlarını korumak üzere saraya yakın konuşlanan, fiziken ve kültüren üretmeyi çoktan unutmuş çevreler olan biteni izlemeye bile tenezzül etmemişti. Çıkarlarını korumak uğruna selefi fikriyatı kullanan aristokratlar, valide hatunlar, çeşitli ulema ve yeniçerilerden oluşan bahse konu çevrelerin yanıltıcı faaliyetleri devletin güç ve itibar kaybına esas teşkil eden kaynakların başka yerlerde aranmasını sağlayarak payitahta geçici olarak zaman kazandırmışsa dahi sorunların onyıllar içerisinde kronikleşmesine vesile olmuştu. Birkaç padişah ve sadrazam bu gerçekleri görmeye çabalasa dahi çıkarları zedelenecek olan söz konusu çevre hakikatin üzerini güçleri yettiğince örtmüş, gerektiğinde devletin başını gövdesinden ayırmakta gözünü dahi kırpmamıştı. İnkılap yolunda yalnız kalan Genç Osman gibi kayıplar verilse de birçok padişah sorunlara ithal yöntemlerle çözüm bulmaya çalışmış fakat kaynağına inememişti. Diğer taraftan Koçi Bey gibi uzlaşmacı devlet adamları evrimsel yöntemlerle idari sistemde kısmî tamirat çalışmalarını sürdürmüştü. Nihayet kendini sırça köşküne hapsolmuş bir padişahtan çok yenilikçi bir bürokrat gibi hisseden Sultan II. Mahmud bu reformları paket olarak art arda ele almayı başardığında İmparatorluk özellikle askerî, idarî ve iktisadî açılardan uzun süredir birçok Avrupa ülkesinin gerisine düşmüştü.

Sonuçta birbirine kılıç çekmiş iki ayrı âlemin mensupları Avrupalılar ve Türkler, medeniyet mücadelesinde Vestfalya ve Çaldıran gibi dönüm noktaları ile birbirleriyle adeta yer değiştirmişti. Diyaneti yüzyıllarca çıkarları uğruna tahrif etmiş, çoğunlukla şekilsel yanını yorumlayarak barbar bir yaşam süregelmiş Avrupa toplumu, Türk ve islam dünyası ile hâlihazırda keşfettiği yenidünyadan öğrendiği kültürel kodları kendine aşılayarak medeniyet üretmeye, sonrasında ise pazarlamaya başladı. Üreten batının zenginliği arttıkça doğuya maddi ve manevi fark atmaya başladı. Bu durumda güçlenen batılı aktörler, doğu dünyasına girişin kapısı ve islamın sancaktarı Osmanlı'nın huzurunu günden güne daha fazla tehdit etmeye başladı. Bu da Bab-ı Ali üzerinde artan miktarda entelektüel bir baskıya neden oldu. II. Mahmud’dan itibaren yer yer sekteye uğrasa da halkına bir miktar yabancılaşarak sivrilen subaylar ve devlet adamları tarafından reform faaliyetleri sürdürüldü. Arayış içinde geçen onyıllar, adalet, eşitlik ve demokrasi gibi batılı kavramlar ile iç içe üç tarz-ı siyasetin denenip ideolojik hüsranlar ile sonuçlandı.

Elde kalan tek makul ve çıkar yol olarak ulus devlete giden süreçte, modern anlamda Türk inkılabının başladığı zamandan bu yana asker ve sivil bürokrat zihniyetince halka dayatıldığı görülecektir. Osmanlı bakiyesinin büyüklüğü ve Toplum içinden çıkan bir kısım üstün gayretli neferin yönlendirmesiyle Türk dünyasının önder ülkesi Türkiye, hiçbir zaman dibi görmedi ve tam bir sömürge olmadı. Bu durum övünç kaynağı olmakla birlikte Türk inkılabının olumlu yönde paradigmatik bir kırılıma uğramasına da müsaade etmedi. Bu sebeple modern çağda inkılapçılığımız ufak tefek tadilatlar ile yaşamını sürdürmüş, hiçbir zaman sıfırdan bir inşaata girişememiştir. Bu süreçlerin başarısı(zlığı), devrimlerin halkın nazarında özümsenmesine bağlıdır. Halk yeniliklerden alacağını almış, aklına yatmayan kısımları kusmuştur. Neredeyse ikiyüz yıllık bir hesabın bakiyesi olarak geldiğimiz noktada inkılaplar zoraki niteliği ve yaşattığı doku uyuşmazlıkları nedeniyle yarıda kalmıştır. Her ne zaman yenilik fidanları halk için, halka rağmen, halk dışından getirildi; dikildiği toprakta karşılık bulmamış, er geç kökleri kurumaya ve dikildiği toprağını kısırlaştırmaya mahkûm olmuştur.

Anlaşılıyor ki, illa dibi görmeyi beklemeden her türlü inkılabı, “hakikaten manipüle etmeden” yapmak zaruri olup yenilikler halk için, halka göre ve halk tarafından bizzat istenerek hayata geçirilmelidir. Her bir kodun kaynağı belli çözümleri gerektirir. Burada “halk için”den kasıt Türk inkılabının önündeki engellerin yok edilmesi ve bir daha Çaldıran benzeri iç çatışmaların yaşanmaması adına kendine özgü Vestfalya sisteminin kurulması, “halka göre”den kasıt ise Türk inkılabının kalibrasyonu için milliyet, islamiyet ve küreselleşme üçgeninde bir konumun esas alınmasıdır. “Halk tarafından” derken merkezden yerele kadar çarpıtmasız, çağın gerekleri ve imkânları arasında bir ahenk ile halk egemenliğinin teşekkülünün zorunluluğu tanımlanmaktadır. Bu doktrinin geçerliliği ve tek yol olduğu er geç kabul olunacaktır. Zira uygarlık yolunda hiçbir milletin başka seçeneği yoktur. Türk inkılabı ancak o zaman sürekli olabilir.