16 Kasım 2020 Pazartesi

1990’LI YILLARDA ULUSLARARASI İLİŞKİLER VE ÇATISMA ÇÖZÜMÜNDE NEOREALİZM VE NEOGRAMSİYAN HEGEMONYA KAVRAMI - MAKALE* ÖZETİ


Kimi kuramcıların soğuk savaşın tarihin sonunu ve bir bakıma savaşların da sonunu getirdiğini iddia etmesine karşın soğuk savaş sonrasında devletlerin parçalanması, etnik milliyetçilik, bölücülük gibi gerekçelerle uluslararası sistemde çatışmaların iç ve devlet içi boyut kazanarak ciddi bir dönüşüme uğraması ile çatışma çözümü bağlamında yeni bir aşamaya geçildi. Realistler ise öte yandan, atomik ulus birimlerinin çatışmalarının yeniden doğacağı Hobbesyan dünya düzenine geri dönüldüğünü iddia ettiler. Bunda, yıkılan SSCB’nin yanı sıra ABD’nin hegemonik istikrar sağlama rolünün zayıflamasının payı büyüktür.

Neo-realist açıdan -tarihte olduğu gibi- olarak uluslararası sistemin yapısındaki beklenmedik ve ani yaşanan bu değişikliğin (SSCB’nin yıkılışı) güç dengesini bozarak çatışmaları artırmasının çatışma çözümünü ve yeni nesil yaklaşımları daha gerekli kıldığı düşüncesi ön plana çıktı. Uluslararası İlişkiler yazınında hegemonya çalışmalarının neo-realist ve neo-Gramsiyan okullar ile yakın ilişkisi bulunmakta olup bu makale, uluslararası sistemde barışçıl yapısal değişimlerine değinen “Yeni Dünya düzeni” hakkındaki çalışmalar içerisinde hegemonya kuramlarını ele almaktadır.

Realist ve neo-realist kurama göre birey düzeyinde geçerli olduğu üzere uluslararası davranışları şekillendiren ve politikanın merkezinde yer alan biricik kavram olarak güç esasen birçok farklı anlam taşır. Realistlerin geneli için güç ve hegemonya, hâkimiyet ve zor kullanma demektir. Yapısal realizm, klasik öncülüne birçok açıdan benzer varsayımları kabul etmektedir. Buna karşı Waltz’in vurguladığı üzere neo-realizmdeki çıktıların sistemsel düzeydeki esas belirleyicisi yapı kavramıdır. Uluslararası sistemde belirleyici güce sahip bir devletin gücü önemli derecede değişirse uluslararası yapının ve dünya düzeninin anarşik doğası da yeniden kurgulanır.

Hegemonik istikrar kuramı (HST) uluslararası ilişkilerin realizm/neo-realizm ile liberalizm/neo-liberalizm adlı iki temel kuramını birleştirir. Buna göre tek bir hâkim gücün (yani hegemonik düzenin) bulunduğu nispeten barışçıl bir uluslararası toplum için uluslararası ekonominin açık, politikanın ise istikrar içinde olması gerekir. HST’nin kolektif iyilik ve güvenlik adıyla iki sürümü mevcut olup; bu da sırasıyla yumuşak ve sert güç kullanımı ile alakalıdır.

Buna karşın bu iki kuram da çeşitli yönlerden kısıtlı kabul edilir. Bir görüşe göre, uluslararası düzende bir kere işbirliği sağlandı ise bu aşamadan sonra hegemonya daha önemsiz hale gelmektedir. İkinci görüş ise sistemsel dönüşümden sonra yeni hegemonik gücün ortaya çıkışı ile alakalı olarak kanıtın doğası hakkındadır. Üçüncüsü ise deneysel ve mantıksal sorunlarla ilgilidir.

Neo-Gramsian Uİ okulunun temel kaynakları Antonio Gramsci’nin Marxist ve Robert Cox’un eleştirel görüşleri olup bu yaklaşım soğuk savaş sonrası dönemdeki çatışmaları açıklamaya çalışır. Marxizm’e göre dünya politikasının ardındaki temel güçler sınıf çatışması ve düzensiz kalkınmadır. Dünya tarihi ise döngüselden ziyade dinamik ve diyalektik bir süreçten ibarettir. Çağdaş dünya sistemini kapitalizm bağlamında incelemek daha isabetlidir. Bu nedenle, hegemonya kuramı (Merkantilizmin benzeri biçimde) Marxistlerin kullandığı çerçevede kapitalist ilişki biçimindeki üstünlükten ileri gelir. Cox, ilk defa Gramsci’nin hegemonya kavramını uluslararası ilişkileri açıklamak için kullanmış ve hegemonya kavramının içerisine toplumsal düzeyde (bir gruba karşı doğan tehditlere yönelik) uygulanan yaptırım, ceza ve teşvikler gibi entelektüel ve ahlaki içerikler yüklemiştir. Bir toplumsal grubun hükümet gücüne sahip olması için öncesinde liderlik kurumunu oluşturmuş olması gerekir. Cox bu noktada üstünlük ile ideolojik hegemonya arasında ayrım yaparak hegemonyanın bir devlet veya ülke grubu ya da başka birimlerin de yer aldığı bir birliğin elinde olabileceğini söyler.

Gramsci’ye göre sivil toplum kavramı, Bolşevik Devrimi deneyimini yansıtmak ve Batı Avrupa'daki devrimleri açıklamak için tarihsel bir genelleme yapar. Batı Avrupa’da sivil toplum Rusya’ya nazaran daha bilinçli ve örgütlü olduğu için devrimler daha çok sivil toplumun eliyle gerçekleşir. Gramsci’de üstyapı düzeyinde sivil toplum (özel) ve politik toplum (devlet) mülkün temelidir. Realistlerin devletine tekabül eden “politik toplum” ile “sivil toplum” bir araya gelince “genişletilmiş veya tamamlayıcı devlet” ortaya çıkar. Realistlere göre devletin formasyonu için gerekli ve yeterli olan güç veya güç tehdidi iken Gramsci’de ancak (medya, etik, ödüllendirme vb. kanallarla) kamusal rızanın da alınması ile hegemonik liderliğin esasları teşkil edilmiş olmaktadır.

Cox’a göre hegemonya kavramının karşılığı pasif devrim olup; hegemonyaya ilişkin diğer bir kavram ise tarihsel bloktur. Ancak hegemonik toplumsal bir sınıfla birlikte mümkün olan hegemonyanın deneyimlenebilmesi için tarihsel bloğun tesisi ön koşul olup bu bloğun ahlaki-siyasi boyutundan türetilen ortak kültürün propagandası hegemonyayı (entelektüel ve ahlaki bloğun üstünlüğü sonucunda hegemonyanın tesis edilmemesi durumunda bile) yönlendirir.

Cox, neo-Gramsiyan çerçevedeki hegemonya kavramını uluslararası ve dünya düzeyinde çatışma analizlerine uygular. Bu durumda hegemonya ve dünya düzeni için Cox devlet biçimleri, toplumsal kuvvetler ve dünya düzenlerinin üçgensel bir etkileşim içerisinde olduğunu vurgular. Cox yine aynı üçgen şemayı kullanarak uluslararası düzeyde yapısal kuvvetler hakkında fikirler, kurumlar ve maddi yeterlilikler üçlüsü arasında benzer bir ilişki kurar. Buradan hareketle Cox, dünya hegemonyasını, egemen bir sosyal sınıf tarafından kurulan iç ulusal hegemonyanın dışa doğru genişlemesi olarak kuramsallaştırır. O’na göre dünya düzeninin yaratılması hegemonun ve tarihsel bloğun tesisinin sonucudur. Bu anlamda hegemonik dünya düzeni, evrensel üstünlüğe sahip bir toplum ve uygarlığın ürünüdür. Soğuk Savaş sonrasında Avrupa Birliği’nin Orta ve Doğu Avrupa Ülkelerine (ODAÜ) doğru fiziksel ve normatif bağlamda genişlemesi, bu süreci anlatan iyi bir örnektir.

Çatışmalar iki ayrı çıkar grubunun amaçlarının birbiriyle uyumsuz olması durumunda ortaya çıkar. Gramsci’nin hegemonya kuramı altında ele alındığında, “Temel İhtiyaçlar” kuramı içerisindeki kavramların toplumsal gruplar arasında güvenlik sorununa ve çatışmaya neden olduğu söylenebilir. Çatışmalar gruplar, bireyler ve üstyapıların yüzeyinde ortaya çıkar ve aynı düzeyde çözümlenemez; ancak çatışma, en iyi şekilde, çatışmaları sürdüren toplumsal yapıları değiştirerek çözülebilir.

Realist Uluslararası İlişkiler kuramlarına göre çatışma doğrudan şiddet ile açıklanırken Gramsci’den türetilen Uİ kuramında gözle görülemeyen, daha belirsiz ve yavaş seyreden “dolaylı şiddet” vardır. Bu itibarla, kitlesel ve zorunlu göç, batı doğu gelişmişlik farkı, kıtlık, iklim değişikliği ve enerji savaşları gibi gündemlere sahip yeni Dünya düzeni altındaki uluslararası sistemde ekonomik ve kültürel hegemonya yoluyla sağlanabilecek yapısal bir değişime ihtiyaç olduğu ve silahların susmasını sağlamaktan ibaret olan negatif barışın tesisinin yetersiz olduğu ortadadır. Bir başka açıdan, çatışma çözümü kuramlarına göre toplumsal değişimin motoru olarak çatışmalar gerekli olmakla birlikte bu çatışmaların yıkıcı değil yapıcı mahiyette (yani norm üretici kapasiteye sahip) olması gerekir. Cox’un analizine göre çatışmanın nedenlerini bulmak için çatışan tarafları destekleyen ve içeren hâkim sivil ve siyasi sistemlerin yapısı da gözden geçirilmeli, çatışmanın tam manasıyla sona erdirilmesi için bütün diyalog kanalları açık tutulmalıdır. Diyalog ancak gizli mesajları ve örtük varsayımları tanımlayan tamamen duyarlı bir "antitez" ile mümkündür. Bu karşı sav ise, mitoloji gibi devletin diline hâkim olan yapıların desteklediği ve pekiştirdiği derinlere yerleşmiş olanı algılamalıdır. Çatışma çözümünde diyalogun amacı, her iki taraf için de sindirme, tahakküm etme ya da dönüştürme değil, tez (mevcut yapı) ve antitezin (karşı hegemonya) oluşturduğu geleneksel bir sentez değil yeni ve eşsiz bir sentezdir. Buradaki karşı hegemonyanın her analiz düzeyi için (Çekoslovakya’da 1989’da Komünizm’in yıkılışına sebep olan Kadife Devrim örneğindeki gibi) zekice düşünülmüş ve şiddet içermeyen bir mevzi savaşı olarak yürütülmesi, sentezin pozitif barışa dönüşmesini sağlayacak unsurdur.

Toplumsal yapılar tarafından desteklenen çatışma analizi modelinin faydaları iki yönlüdür. Birincisi, çatışma analizi ve çözüm kuramcıları, çatışmayı destekleyen ve sürdüren temel yapısal sistemleri incelemeden köklü, inatçı çatışmaları ele alamayacaklarını kabul etmelidir. İkincisi, yapısal çatışmanın ancak onu destekleyen toplumsal sistemlerin yapısı pahasına ele alınabileceğini kabul etmeleri gerekir.

Sonuç olarak, Makale, neo-realist ve neo-Gramsiyan hegemonya fikirlerine ilişkin literatürü, iki okulun tarihsel gelişimlerine vurgu yaparak özetlemeye çalışmakta, bunu yaparken iki okulun çatışmaların anlamı ve ifadesi kapsamında aynı kavramları birbirinden nasıl farklı kullandıklarını analiz etmektedir. Neo-realist kuram, çıkar temelli ve şiddetli çatışmaları daha iyi açıklarken, neo-Gramsiyan okul yapısal şiddet ve görüş temelli çatışmalara ışık tutmakta işlevseldir. Bu iki kuramsal yaklaşım arasında, materyal ve normatif bağlam farkından ve Gramsci’nin kavramlarındaki dinamizmden kaynaklı olarak ortaya çıkan görelilikten ilhamla, Newton fiziği ve Einstein fiziği arasındaki fark gibi bir ayrım yapılabilir. Bir diğer sonuç ise neo-Gramsiyan Uluslararası İlişkiler yaklaşımı, analistlerin devletler arasında işbirliğinin tek bir hegemon olmadan mümkün olduğunu varsaymasını sağlayan eleştirel bir çerçeve tesis eder. Barışçıl bir dünya düzeni için belirli kurumsal yapılar ile devlet biçimlerinin gerekli olduğunu kabul eden neo-Gramsiyan yaklaşım tek boyutlu analizden (ulusal çıkar ve güç) çok boyutlu analize (fikirler ve kurumlar) geçişi sağlaması bakımından neo-liberalizme yakınsar. Günümüzde ABD’nin yapısal güce sahip olduğu ve hala kültürel bir hegemonya olduğu söylenebilir. Böyle bir ortamda çatışmanın doğmaması için post-hegemonik döneme geçişin sağlanması gerekli olup bunun da yolu farklı uygarlık geleneklerinin bir arada barışçıl yaşamının tesisinden geçer.

Çatışma çözümü kuramlarında karmaşık iç ve uluslararası yapı şiddetli çatışmaların meydana gelmesine neden olmuştur. Yapısal çatışmalar neo-realist ve neo-Gramsiyan hegemonya kavramları yardımıyla anlaşılabilir. Soğuk savaş sonrası dönemin çatışmaları da açık bir şekilde uluslararası sistemdeki küreselleşme sonrası, post-Vestfalyan ve hegemonya sonrası yapılardan kaynaklanır. Bu çerçevede, devlet içi bir çatışmanın çözümünde sadece barış gücü korumasının tesisi ile yeterli gelmeyecek, psikolojik ve kültürel araçlara da ihtiyaç duyulacaktır.

Karmaşık bir dünya ortamında, 21. yüzyıldaki yeni zorlukları sadece neo-realist veya Gramsiyan hegemonya kavramı ile açıklamak mümkün görünmemekte olup, negatif ve pozitif barışın tesisini sağlayacak bütünleştirici ve kapsamlı kuramların ele alınmasının gerektiği söylenebilir. Bu kapsamda çatışma çözümü sahası, çatışan tarafların çıkarlarını, ihtiyaçlarını ve hedeflerini değiştirmeyi amaçlayan ve şiddet içermeyen toplumsal değişim fikrini ortaya koymak için yararlı olabilir.

*Makale Yazarı: Doç. Dr. Sezai ÖZÇELİK, 2006.

22 Ekim 2020 Perşembe

Sinem AKGÜL AÇIKMEŞE'nin “Uluslararası İlişkiler Teorileri Işığında Avrupa Bütünleşmesi” Adlı Makale Özeti

11 Ekim 2020

İki dünya savaşının yaşandığı, milyonlarca sivilin hayatını kaybettiği 20’nci yüzyıl aynı zamanda Avrupalı devletlerin sui generis çatıda siyasal bir örgütlenme modeliyle bütünleşmesine giden yolu da açmıştır. Batılı siyasal aktörlerce sürekli barış, Avrupa vatandaşlığı, serbest dolaşım vb. pragmatik ve idealist gerekçelerle hayata geçirilen Avrupa bütünleşmesi, ilkin Almanya ve Fransa tarafından sahiplenilmiş, daha sonra önce batı Avrupa’dan başlayarak kıtanın büyük bir bölümüne yayılmıştır.

Yaklaşık 70 yıldır Avrupa bütünleşmesi, kendine özgü niteliğiyle ciddi kuramsal tartışmaların ve hesaplamaların sonucunda derinleşme ve genişlemesini sürdürmektedir. Bu nedenle, dönemsel olarak biçim değiştiren, dinamik yapıya sahip ve günümüzde Avrupa Birliği olarak bilinen ulusüstü ve eşi benzeri olmayan bu siyasal öznenin Uluslararası İlişkiler disiplini altında tek bir kuramsal çerçeveye sığdırılabilmesi mümkün değildir. Avrupa bütünleşmesi süreci, bütünleşmenin biçimi, dönemi, içeriği ve düzeyine göre kendi kuramsal çerçevesini üretmiş; dönemsel olarak eskiye dönüşler yaşanabilse de üretilen kuramsal çerçevenin açıklamakta yetersiz kaldığı gelişmelerde karşıt kuramlar devreye girmiş; bu suretle ortaya çıkan yeni sentez kendisine meydan okuyacak nitelikte bir antitez ile karşılaşana dek tez görünümüne kavuşmuştur. Hem politika yapıcılar hem de Uluslararası İlişkiler araştırmacıları için adeta bir uygulama sahasına dönüşen Avrupa bütünleşmesi konusunda teori ile pratik birbirine paralel bir seyir izlerken halihazırda ciddi bir yazın oluşmuştur.

Avrupa bütünleşmesi sürecinin kuramsal çerçevesi, analitik görünümde olması açısından araştırmacılar tarafından dönemlere bölünerek incelenmektedir. İlk olarak, 2’nci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da yaşanan yıkımın sona erdirilmesi idealist bakış açısına sahip federalizm ve işlevselcilik kuramları öncülüğünde tartışılmıştır. Federalizm, büyük savaşlara neden olan ulus-devletlerin siyasal gücünün anayasal yollarla elinden alınmasını ve bu yolla kalıcı barışın sağlanacağını savunurken işlevselcilik adından da anlaşılacağı üzere barışa giden yolda gerekli koşulların siyasal değil teknokratik düzeyde sağlanacağını öngörmektedir. İki görüşün ortak yanı, ulus-devletlerin barışı sağlamada yetersiz kalışı olmakla birlikte ulus-devletlerin egemenliklerinin federal bir meclis, uluslararası ya da ulusüstü örgütlere devri konusunda politik ve teknokratik yönelim farklılıkları bulunmaktadır.

Söz konusu kuramların birbirine eklemlenmesi sonucunda yeni-işlevselcilik kuramı ortaya çıkmıştır. İçinde pragmatik ögeler barındıran, yalnız teknik düzeyde kalmayıp siyasal düzlemde de bütünleşme sahasının (sektörel ve coğrafi anlamda) genişlemesini sağlayacak olan yayılma etkisini analiz eden bir kuram olarak yeni-işlevselcilik AKÇT’den AET’ye giden yolu açıklaması bakımından 1950’lerden 1960’ların ilk yıllarına kadar literatüre damgasını vurmuştur. Buna karşın, 1960’larda AET nezdinde yaşanan “boş sandalye krizi” gibi olaylar, bu kuramı realist akımın ulus-devlet merkezli argümanları ile tahtından ederek hükümetlerarasıcılık yaklaşımının ön plana çıkmasına neden oldu. Uluslararası politika çerçevesinde ulus-devletlerin kendi ellerindeki yetkileri -ortak tehdit algısı haricinde- devretmeyeceğini iddia eden klasik realistlerden alçak-yüksek politika ayrımıyla ayrılan hükümetlerarasıcılık savunucuları, Avrupa bütünleşmesinin siyasal, ekonomik ve askeri değil teknik ve sosyal düzlemde mümkün olduğunu iddia etmişlerdir. İki kuram arasındaki mevcut durum 1980’lerin ikinci yarısına kadar varlığını korumuş, genel olarak soğuk savaşın sona yaklaşması ile birlikte yeni-işlevselcilik kuramı yeniden canlanmıştır.

Bu dönemde bahse konu iki kuramın tekeline karşı çağdaş olarak nitelendirilebilecek kuramlarca meydan okunmuştur. 70’lerden itibaren Avrupa bütünleşmesi, rasyonalist kuramlar olarak bilinen neo-realizm, liberal hükümetlerarasıcılık ve rasyonel-tercihli kurumsalcılık ile bunlara karşı olarak 80’lerin ikinci yarısından itibaren geliştirilen konsrüktivist (inşacı) kuramlar üzerinden açıklanmaya başlanmıştır.

Rasyonalist kuramlar pozitivist bir çerçeveyi benimseyen, normları ve idealleri bir yana bırakarak ulusal çıkarların önceliğini kabul eden, olanı açıklayan ve güncel sorunlara pratik çözümler bulmayı hedefleyen kuramlardır. Avrupa bütünleşmesini açıklayan üç temel rasyonalist kuramdan ilki olan neo-realizm, tümevarım yöntemini kullanan realizm gibi insan doğasının kötü olmasından ötürü uluslararası sistemin anarşi içerisinde olduğunu değil, uluslararası sistemin yapısal olarak anarşik niteliğinin devletleri Waltz’in bilardo topları örneğindeki gibi güç mücadelesine ittiğini iddia eder. Neo-realizme göre devletlerin dış politika bağlamındaki güç mücadelesine neden olan insan doğasının kötü olduğu varsayımı önyargı dolu ve a priori bir yaklaşım olduğu için yeterince bilimsel değildir. Klasik realizme benzer biçimde devletlerin güç dengesine ilişkin duruşları neo-realistlerle birebir aynı olsa da, (soğuk savaş koşulları göz önünde tutulduğunda) ortak tehdit algısına karşın uluslararası işbirliğine gitmek mümkündür. Fakat tam da bu nedenle neo-realist kuram, uluslararası sistemde anarşiye yol açtığı varsayılan soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte Avrupa entegrasyonunu açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Zira o zamana dek entegrasyona dâhil olan devletler politika alanlarında egemenliklerinden taviz vermişlerdir. Bu itibarla, soğuk savaş öncesinde Avrupa’daki bütünleşme sürecini normatif yaklaşımdan yoksun olması nedeniyle kısmen ifade edebilen neo-realizm, soğuk savaş sonrası dönemi açıklamakta oldukça yetersiz kalmıştır. Bu dönemde neo-realizm karşısında neo-liberal bakış açısı ile uluslararası sistemdeki yapısal anarşinin bertaraf edilebilmesi ve ekonomik refahın temini için devletlerin rasyonel davranan aktörler olarak öne çıktığı kabul edilmiştir. Yine neo-liberaller tarafından devletlerin yanı sıra bireyler, uluslararası örgütler ve diğer ulusal baskı gruplarını da uluslararası ilişkilerin aktörleri arasında kabul eden, alçak-yüksek politika ve iç-dış politika ayrımlarını yapmayan ilkeler öne sürülmüştür. Bu noktada, bir diğer rasyonalist kuram olarak liberal hükümetlerarasıcılık, neo-liberalizmin hükümetlerarasıcılık ile sentezinden meydana gelmiştir. Bu kurama göre devletler Avrupa bütünleşmesi sürecinde iç politikada liberal bakış açısı ile vatandaşlarının görüşünü dikkate alarak ulusal politikalarını oluşturmakta, hükümetlerarasıcı bakış açısı ile Avrupa’nın başkentinde egemen devletler olarak eşit koşullar altında pazarlık masasına oturmaktadırlar. Buna karşın, temel eksikliği Avrupa bütünleşmesi sürecinde ortaya çıkan uluslarüstü kurumsal yapının gözardı edilmesi olan kuramın, rasyonel-tercihli kurumsalcılık kuramının eleştirileri altında yeniden gözden geçirilmesi gerekmiştir.

Rasyonalist bakış açısıyla kurumsalcılık kuramının alt kategorilerinden biri olan rasyonel-tercihli kurumsalcılık ışığında yeniden tanımlanan liberal hükümetlerarasıcılık, devletlerin rasyonel mantık ekseninde hareket eden, fayda maksimizasyonu amacıyla kurumlara yetki devreden aktörler olduklarını kabul etmektedir. Bu revizyona rağmen yeniden tanımlanan liberal hükümetlerarasıcılık, rasyonel-tercihli kurumsalcılığın gerisinde kalmıştır.

Rasyonel-tercihli kurumsalcılık, pozitivist bakış açısıyla olanı inceleyen ve devletlerin rasyonel davranan aktörler olduğunu varsayan bir kuramdır. Buna göre uluslararası siyasetin esas birimleri olan devletler için maddi çıkarlar elde etmek üzere işbirliği yapmak mantıklıdır. Yine aynı mantık ile devletler, pragmatik ve pratik nedenlerle uluslarüstü kurumlar tesis ederek bunlara yetki devredebilir. Bu kurumlar, nitelikli çoğunluk gibi kurallar ya da kurumların yetki alanları kapsamında üye devletlerin hareketlerini dahi kısıtlayabilecektir. Amir-ajan analizinin kullanıldığı bahse konu kuramda amir üye devleti, ajan ise kurumları ifade etmekte olup ajanın devredilen yetkiyi kötüye kullanması riskine karşın komitoloji mekanizması kurulmuştur. Bu çerçevede rasyonel-tercihli kurumsalcılık Avrupa bütünleşmesini en başarılı şekilde açıklayan kuram olarak kabul edilmektedir. Diğer taraftan, söz konusu kuramın devletleri ön plana koyarak norm ve değerlere karşı kayıtsız olması konstrüktivistlerin eleştirilerinin odağındadır.

Uluslararası İlişkiler disiplini kapsamında 90’ların sonuna doğru öne çıkan ve normatif bir doğaya sahip olan konstrüktivizm, bu temelde yukarıda sayılan rasyonalist kuramların karşısında konumlanmaktadır. Bu karşıtlığın esas nedeni, pozitivist kuramların yapıyı materyal olarak görüp sabit kabul etmesi ve devlet ile yapı arasında etkileşimi yok saymasıdır. Konstrüktivistlere göre ajanın (devlet), yapı (kurumlar ve normlar) üzerinde etkisi olduğu kadar yapının dinamik (yani zamanla değişebilir) niteliği nedeniyle ters yönlü bir etkinin yaşanması da mümkündür. Yine bu kurama göre normlar ve kurumlar zamanla devletin (örneğin ırkçılığa karşı çıkmak gibi başlıklarda) kimliğini dahi belirleyebilecek iken rasyonalistler kimlik meselesini ihmal eder. Konstrüktivistler, Avrupa bütünleşmesini (ve eski sosyalist Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine genişleme sürecini) birey ve devletlerin tercihleri, çıkarları ve kimlikleri (ve nihayet davranışları) üzerinde değiştirici etkisi nedeniyle Avrupa’nın toplumsal inşası olarak algılamaktadır. Konstrüktivizm, eski doğu bloğu ülkelerinin Avrupa bütünleşmesine dâhil olmasının rasyonel nedenlerini göz ardı etmişse de rasyonel nedenler ile normların Avrupa bütünleşmesi konusunda oynadıkları rolü tek başına bir kurama mal etmek sağlıklı sonuçlar doğurmayacaktır.

Günümüzde Avrupa bütünleşmesinin istikbaline ilişkin muhtemel senaryolar kuramsal düzeyde homojenlik ve heterojenlik ayrımı üzerinden ele alınmaktadır. Homojen bir Avrupa, normlara dayalı ve konstrüktivist özelliklere sahip Kantçı ve Rousseau bir Avrupa federasyonu anlamında yüzyılların ütopyası olarak cazibesini korurken heterojen bir Avrupa, batı uygarlığının farklı ögelerinin çıkarlarının rasyonel düzlemde birbirine uyum sağladığı, kendine özgü ve eşi benzeri olmayan bir bütünleşme hedefidir. Heterojen Avrupa bütünleşmesi bağlamında her ne kadar nihai hedefler aynı olsa da daha dayanıklı bir bütünleşmenin gerçekleşmesi için ekonomik, sosyal vb. farklılıklar göz önünde bulundurularak üye ülkelerin üstlenebileceği taahhüt seviyelerinin farklılaşmasına müsaade edilmektedir.

Bütün bu bilgiler ışığında dinamik bir doğaya sahip Avrupa bütünleşmesinin ilk yirmi yılının daha çok yeni-işlevselci ve hükümetlerarasıcı kuramlar üzerinden, son yirmi yılının ise çoğunlukla rasyonalist ve inşacı kuramlar üzerinden açıklandığı yorumu yapılabilir. Ancak, gerek şu ana kadarki, gerek de gelecekteki Avrupa bütünleşmesi süreçlerinin bilimsel temellerde ele alınması için en makul yöntemin zamana ve koşullara göre analiz olacağı düşünülebilir.

30 Mart 2020 Pazartesi

Boyacı

Temmuz ayının sonlarına doğru bir öğle arası sonrasında Rıfat Bey memleketine bir kargo yollamak üzere en yakın şube olan ticaret odasındaki postane şubesine gitti. Üzerinden çıkarmadığı ter tutmaz fanilasına güvenle dört mevsimlik ceketini yine üzerinden çıkarmamaktaydı. Postane memurunun alış veriş yapmak üzere el ve eldekileri sokacak kadar araladığı camdan bağırsaklarına doğru kesif bir klima soğuğu vuruyordu. Rıfat yapay yele karşı vücudunu yan tutarak savunurken içerideki memura elindekini göstererek kargosu olduğunu gösterdi.

- Abi o kırılır. Poliüretan kutular var ya, onlara koyup getir.
- O kutulardan sizde yok muydu?
- Abi bizde sadece şu sarı torbalardan var.

Rıfat kısa bir süre kargosunu kırılmadan nasıl yollayabileceğini kurguladı. Bu esnada yan koridorda çay, tost ve fotokopi gibi ilave hizmetler sunan bir gıda büfesi gözüne ilişti. Postane memuruna "iki dakikaya gelirim sen işine bak" diyerek büfeye gitti. Ortamdaki tek takım elbiseli kişi olarak diğer müşterilerin daha fazla dikkatini çekmemek adına sıradan bir müşteri edasıyla sıraya girmişçesine bekledi. Herhangi bir bedel ödemeden büfeciden boş bir kutu talebinde bulunmayı kendine yediremediği için kutunun yanında gofret almaya karar verdi. Büfeci gofreti uzattı, kutuyu nasıl vereceğini düşünürken biraz homurdandı. Daha sonra "Şu olur mu?" dedi ve müşterisinin onaylar bakışını görünce onu da uzattı. Uzanan eliyle kâğıt parayı kaptığı gibi kasadan çil çil birlik madeni paraları avucuna boşalttı ve Rıfat'a tekrar uzattı. Rıfat büfeden uzaklaşarak kendini salonda bir köşeye attı. Elindeki kutuyu eklem yerlerinde kırarak içine cep telefonu koyulur hale getirdi. Kargonun üzerine yapıştırılacak küçük formdaki gönderici ve gönderilen bilgilerini tükenmez kalemle doldurarak postane memuruna verdi. Ücretini ödedikten sonra buradan da ayrıldı ve çıkışa yöneldi.

Çıkışta sağını solunu incelerken köşede eli boşta duran ayakkabı boyacısını gördü. "Hayırlı işler" diyerek boyacının yüksek taburesine oturdu ve sağ ayağını uzattı. Boyacı ne sesine karşılık vermiş, ne de bakış atmış idi. O an tır şoförleri, ayakkabı boyacıları ve bazı diğer meslek grupları mensuplarının kişilik özellikleri gereği çoğunlukla sıcakkanlı olmadığı ve müşterilerle ya da yakınındakilerle muhabbete yanaşmadığını bir kez daha düşündü. Hafta sonları özellikle iş için giyer olduğu ayakkabılarının bakımını yapar, onları sıklıkla cilalar ve boyardı. Fakat bazen belleğini tazelemek ve bakım işlemlerinin sağlamasını yapmak, biraz da boşta gördüğü ayak hizmet sunucularına kıyamadığı için üzere boyacılara başvururdu. "Neyse." dedi ve boyacının hareketlerini izledi. Adamın pabuçlarına fırçayı vuruşu, boyayı yayışı, Rıfat'ta bir çeşit ayak masajı hissi uyandırmaktaydı. Sırf bunun için insanlar ayakkabılarını arada sırada boyatmalıydı.

Pabuçların boyası bitip parlatma aşamasına geçildiğinde, etrafta büyük el arabaları ile iki kadın temizlik görevlisi belirdi. Kadınlardan biri boyacıya yaklaştı, aynı anda boyacı cebindeki rulo halinde küçük boy siyah çöp torbalarından bir adedini kopararak kadına uzattı. Kadın bir iki dakika sonra dilim ekmek dolu olarak torbayı getirdi. Boyacı torbayı yanına koydu, fakat bunu gören kadın "Günah olur, yere koyma!" diye seslense de boyacı oralı olmadı ve eliyle kadının uzaklaşmasını işaret etti. Adamın tavırları, Rıfat'ta hiç şaşkınlık yaratmamıştı. Yalnızca var olan kişilik yapılarının daha çok yer edişine bir kez daha tanık oluyor, durumu daha derinden kanıksamaya çalışıyordu. Parlatma işlemi de tamamlanınca boyacı bir anda kafasını kaldırdı ve "hebe hebe" benzeri sesler çıkararak ekmeklerle ilgili bir şikâyetini dile getirdi. Rıfat yutkunarak az önceki düşüncelerinin bir vazo gibi yere çarparak dağıldığını hissetti. Başını iki kere öne eğerek adamı onayladı ve önce ayakkabılarını gösterip hemen ardından beş parmak ucunu birleştirerek "güzel oldu" manasıyla elini adama salladı. Nihayetinde cebinden bir beşlik çıkarıp adama uzattı. Adamın gülen gözlerine bakarak el salladı ve arkasına dönmeden yoluna gitti.

Giderken kafasında bir soru peyda olmuştu. Bütün tır şoförleri ve ayakkabı boyacıları gerçekten aynı mıydı?

26 Temmuz 2016