22 Ekim 2020 Perşembe

Sinem AKGÜL AÇIKMEŞE'nin “Uluslararası İlişkiler Teorileri Işığında Avrupa Bütünleşmesi” Adlı Makale Özeti

11 Ekim 2020

İki dünya savaşının yaşandığı, milyonlarca sivilin hayatını kaybettiği 20’nci yüzyıl aynı zamanda Avrupalı devletlerin sui generis çatıda siyasal bir örgütlenme modeliyle bütünleşmesine giden yolu da açmıştır. Batılı siyasal aktörlerce sürekli barış, Avrupa vatandaşlığı, serbest dolaşım vb. pragmatik ve idealist gerekçelerle hayata geçirilen Avrupa bütünleşmesi, ilkin Almanya ve Fransa tarafından sahiplenilmiş, daha sonra önce batı Avrupa’dan başlayarak kıtanın büyük bir bölümüne yayılmıştır.

Yaklaşık 70 yıldır Avrupa bütünleşmesi, kendine özgü niteliğiyle ciddi kuramsal tartışmaların ve hesaplamaların sonucunda derinleşme ve genişlemesini sürdürmektedir. Bu nedenle, dönemsel olarak biçim değiştiren, dinamik yapıya sahip ve günümüzde Avrupa Birliği olarak bilinen ulusüstü ve eşi benzeri olmayan bu siyasal öznenin Uluslararası İlişkiler disiplini altında tek bir kuramsal çerçeveye sığdırılabilmesi mümkün değildir. Avrupa bütünleşmesi süreci, bütünleşmenin biçimi, dönemi, içeriği ve düzeyine göre kendi kuramsal çerçevesini üretmiş; dönemsel olarak eskiye dönüşler yaşanabilse de üretilen kuramsal çerçevenin açıklamakta yetersiz kaldığı gelişmelerde karşıt kuramlar devreye girmiş; bu suretle ortaya çıkan yeni sentez kendisine meydan okuyacak nitelikte bir antitez ile karşılaşana dek tez görünümüne kavuşmuştur. Hem politika yapıcılar hem de Uluslararası İlişkiler araştırmacıları için adeta bir uygulama sahasına dönüşen Avrupa bütünleşmesi konusunda teori ile pratik birbirine paralel bir seyir izlerken halihazırda ciddi bir yazın oluşmuştur.

Avrupa bütünleşmesi sürecinin kuramsal çerçevesi, analitik görünümde olması açısından araştırmacılar tarafından dönemlere bölünerek incelenmektedir. İlk olarak, 2’nci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da yaşanan yıkımın sona erdirilmesi idealist bakış açısına sahip federalizm ve işlevselcilik kuramları öncülüğünde tartışılmıştır. Federalizm, büyük savaşlara neden olan ulus-devletlerin siyasal gücünün anayasal yollarla elinden alınmasını ve bu yolla kalıcı barışın sağlanacağını savunurken işlevselcilik adından da anlaşılacağı üzere barışa giden yolda gerekli koşulların siyasal değil teknokratik düzeyde sağlanacağını öngörmektedir. İki görüşün ortak yanı, ulus-devletlerin barışı sağlamada yetersiz kalışı olmakla birlikte ulus-devletlerin egemenliklerinin federal bir meclis, uluslararası ya da ulusüstü örgütlere devri konusunda politik ve teknokratik yönelim farklılıkları bulunmaktadır.

Söz konusu kuramların birbirine eklemlenmesi sonucunda yeni-işlevselcilik kuramı ortaya çıkmıştır. İçinde pragmatik ögeler barındıran, yalnız teknik düzeyde kalmayıp siyasal düzlemde de bütünleşme sahasının (sektörel ve coğrafi anlamda) genişlemesini sağlayacak olan yayılma etkisini analiz eden bir kuram olarak yeni-işlevselcilik AKÇT’den AET’ye giden yolu açıklaması bakımından 1950’lerden 1960’ların ilk yıllarına kadar literatüre damgasını vurmuştur. Buna karşın, 1960’larda AET nezdinde yaşanan “boş sandalye krizi” gibi olaylar, bu kuramı realist akımın ulus-devlet merkezli argümanları ile tahtından ederek hükümetlerarasıcılık yaklaşımının ön plana çıkmasına neden oldu. Uluslararası politika çerçevesinde ulus-devletlerin kendi ellerindeki yetkileri -ortak tehdit algısı haricinde- devretmeyeceğini iddia eden klasik realistlerden alçak-yüksek politika ayrımıyla ayrılan hükümetlerarasıcılık savunucuları, Avrupa bütünleşmesinin siyasal, ekonomik ve askeri değil teknik ve sosyal düzlemde mümkün olduğunu iddia etmişlerdir. İki kuram arasındaki mevcut durum 1980’lerin ikinci yarısına kadar varlığını korumuş, genel olarak soğuk savaşın sona yaklaşması ile birlikte yeni-işlevselcilik kuramı yeniden canlanmıştır.

Bu dönemde bahse konu iki kuramın tekeline karşı çağdaş olarak nitelendirilebilecek kuramlarca meydan okunmuştur. 70’lerden itibaren Avrupa bütünleşmesi, rasyonalist kuramlar olarak bilinen neo-realizm, liberal hükümetlerarasıcılık ve rasyonel-tercihli kurumsalcılık ile bunlara karşı olarak 80’lerin ikinci yarısından itibaren geliştirilen konsrüktivist (inşacı) kuramlar üzerinden açıklanmaya başlanmıştır.

Rasyonalist kuramlar pozitivist bir çerçeveyi benimseyen, normları ve idealleri bir yana bırakarak ulusal çıkarların önceliğini kabul eden, olanı açıklayan ve güncel sorunlara pratik çözümler bulmayı hedefleyen kuramlardır. Avrupa bütünleşmesini açıklayan üç temel rasyonalist kuramdan ilki olan neo-realizm, tümevarım yöntemini kullanan realizm gibi insan doğasının kötü olmasından ötürü uluslararası sistemin anarşi içerisinde olduğunu değil, uluslararası sistemin yapısal olarak anarşik niteliğinin devletleri Waltz’in bilardo topları örneğindeki gibi güç mücadelesine ittiğini iddia eder. Neo-realizme göre devletlerin dış politika bağlamındaki güç mücadelesine neden olan insan doğasının kötü olduğu varsayımı önyargı dolu ve a priori bir yaklaşım olduğu için yeterince bilimsel değildir. Klasik realizme benzer biçimde devletlerin güç dengesine ilişkin duruşları neo-realistlerle birebir aynı olsa da, (soğuk savaş koşulları göz önünde tutulduğunda) ortak tehdit algısına karşın uluslararası işbirliğine gitmek mümkündür. Fakat tam da bu nedenle neo-realist kuram, uluslararası sistemde anarşiye yol açtığı varsayılan soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte Avrupa entegrasyonunu açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Zira o zamana dek entegrasyona dâhil olan devletler politika alanlarında egemenliklerinden taviz vermişlerdir. Bu itibarla, soğuk savaş öncesinde Avrupa’daki bütünleşme sürecini normatif yaklaşımdan yoksun olması nedeniyle kısmen ifade edebilen neo-realizm, soğuk savaş sonrası dönemi açıklamakta oldukça yetersiz kalmıştır. Bu dönemde neo-realizm karşısında neo-liberal bakış açısı ile uluslararası sistemdeki yapısal anarşinin bertaraf edilebilmesi ve ekonomik refahın temini için devletlerin rasyonel davranan aktörler olarak öne çıktığı kabul edilmiştir. Yine neo-liberaller tarafından devletlerin yanı sıra bireyler, uluslararası örgütler ve diğer ulusal baskı gruplarını da uluslararası ilişkilerin aktörleri arasında kabul eden, alçak-yüksek politika ve iç-dış politika ayrımlarını yapmayan ilkeler öne sürülmüştür. Bu noktada, bir diğer rasyonalist kuram olarak liberal hükümetlerarasıcılık, neo-liberalizmin hükümetlerarasıcılık ile sentezinden meydana gelmiştir. Bu kurama göre devletler Avrupa bütünleşmesi sürecinde iç politikada liberal bakış açısı ile vatandaşlarının görüşünü dikkate alarak ulusal politikalarını oluşturmakta, hükümetlerarasıcı bakış açısı ile Avrupa’nın başkentinde egemen devletler olarak eşit koşullar altında pazarlık masasına oturmaktadırlar. Buna karşın, temel eksikliği Avrupa bütünleşmesi sürecinde ortaya çıkan uluslarüstü kurumsal yapının gözardı edilmesi olan kuramın, rasyonel-tercihli kurumsalcılık kuramının eleştirileri altında yeniden gözden geçirilmesi gerekmiştir.

Rasyonalist bakış açısıyla kurumsalcılık kuramının alt kategorilerinden biri olan rasyonel-tercihli kurumsalcılık ışığında yeniden tanımlanan liberal hükümetlerarasıcılık, devletlerin rasyonel mantık ekseninde hareket eden, fayda maksimizasyonu amacıyla kurumlara yetki devreden aktörler olduklarını kabul etmektedir. Bu revizyona rağmen yeniden tanımlanan liberal hükümetlerarasıcılık, rasyonel-tercihli kurumsalcılığın gerisinde kalmıştır.

Rasyonel-tercihli kurumsalcılık, pozitivist bakış açısıyla olanı inceleyen ve devletlerin rasyonel davranan aktörler olduğunu varsayan bir kuramdır. Buna göre uluslararası siyasetin esas birimleri olan devletler için maddi çıkarlar elde etmek üzere işbirliği yapmak mantıklıdır. Yine aynı mantık ile devletler, pragmatik ve pratik nedenlerle uluslarüstü kurumlar tesis ederek bunlara yetki devredebilir. Bu kurumlar, nitelikli çoğunluk gibi kurallar ya da kurumların yetki alanları kapsamında üye devletlerin hareketlerini dahi kısıtlayabilecektir. Amir-ajan analizinin kullanıldığı bahse konu kuramda amir üye devleti, ajan ise kurumları ifade etmekte olup ajanın devredilen yetkiyi kötüye kullanması riskine karşın komitoloji mekanizması kurulmuştur. Bu çerçevede rasyonel-tercihli kurumsalcılık Avrupa bütünleşmesini en başarılı şekilde açıklayan kuram olarak kabul edilmektedir. Diğer taraftan, söz konusu kuramın devletleri ön plana koyarak norm ve değerlere karşı kayıtsız olması konstrüktivistlerin eleştirilerinin odağındadır.

Uluslararası İlişkiler disiplini kapsamında 90’ların sonuna doğru öne çıkan ve normatif bir doğaya sahip olan konstrüktivizm, bu temelde yukarıda sayılan rasyonalist kuramların karşısında konumlanmaktadır. Bu karşıtlığın esas nedeni, pozitivist kuramların yapıyı materyal olarak görüp sabit kabul etmesi ve devlet ile yapı arasında etkileşimi yok saymasıdır. Konstrüktivistlere göre ajanın (devlet), yapı (kurumlar ve normlar) üzerinde etkisi olduğu kadar yapının dinamik (yani zamanla değişebilir) niteliği nedeniyle ters yönlü bir etkinin yaşanması da mümkündür. Yine bu kurama göre normlar ve kurumlar zamanla devletin (örneğin ırkçılığa karşı çıkmak gibi başlıklarda) kimliğini dahi belirleyebilecek iken rasyonalistler kimlik meselesini ihmal eder. Konstrüktivistler, Avrupa bütünleşmesini (ve eski sosyalist Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine genişleme sürecini) birey ve devletlerin tercihleri, çıkarları ve kimlikleri (ve nihayet davranışları) üzerinde değiştirici etkisi nedeniyle Avrupa’nın toplumsal inşası olarak algılamaktadır. Konstrüktivizm, eski doğu bloğu ülkelerinin Avrupa bütünleşmesine dâhil olmasının rasyonel nedenlerini göz ardı etmişse de rasyonel nedenler ile normların Avrupa bütünleşmesi konusunda oynadıkları rolü tek başına bir kurama mal etmek sağlıklı sonuçlar doğurmayacaktır.

Günümüzde Avrupa bütünleşmesinin istikbaline ilişkin muhtemel senaryolar kuramsal düzeyde homojenlik ve heterojenlik ayrımı üzerinden ele alınmaktadır. Homojen bir Avrupa, normlara dayalı ve konstrüktivist özelliklere sahip Kantçı ve Rousseau bir Avrupa federasyonu anlamında yüzyılların ütopyası olarak cazibesini korurken heterojen bir Avrupa, batı uygarlığının farklı ögelerinin çıkarlarının rasyonel düzlemde birbirine uyum sağladığı, kendine özgü ve eşi benzeri olmayan bir bütünleşme hedefidir. Heterojen Avrupa bütünleşmesi bağlamında her ne kadar nihai hedefler aynı olsa da daha dayanıklı bir bütünleşmenin gerçekleşmesi için ekonomik, sosyal vb. farklılıklar göz önünde bulundurularak üye ülkelerin üstlenebileceği taahhüt seviyelerinin farklılaşmasına müsaade edilmektedir.

Bütün bu bilgiler ışığında dinamik bir doğaya sahip Avrupa bütünleşmesinin ilk yirmi yılının daha çok yeni-işlevselci ve hükümetlerarasıcı kuramlar üzerinden, son yirmi yılının ise çoğunlukla rasyonalist ve inşacı kuramlar üzerinden açıklandığı yorumu yapılabilir. Ancak, gerek şu ana kadarki, gerek de gelecekteki Avrupa bütünleşmesi süreçlerinin bilimsel temellerde ele alınması için en makul yöntemin zamana ve koşullara göre analiz olacağı düşünülebilir.