Bazı Şeylerin Yazılması Gerekir.
19 Şubat 2021 Cuma
Müge Anlı'nın TV Programı ve Modern Türk Toplumunun Ahlâkî Yapısına Dair Bazı Görüşler
16 Kasım 2020 Pazartesi
1990’LI YILLARDA ULUSLARARASI İLİŞKİLER VE ÇATISMA ÇÖZÜMÜNDE NEOREALİZM VE NEOGRAMSİYAN HEGEMONYA KAVRAMI - MAKALE* ÖZETİ
22 Ekim 2020 Perşembe
Sinem AKGÜL AÇIKMEŞE'nin “Uluslararası İlişkiler Teorileri Işığında Avrupa Bütünleşmesi” Adlı Makale Özeti
11 Ekim 2020
İki
dünya savaşının yaşandığı, milyonlarca sivilin hayatını kaybettiği 20’nci
yüzyıl aynı zamanda Avrupalı devletlerin sui
generis çatıda siyasal bir örgütlenme modeliyle bütünleşmesine giden yolu
da açmıştır. Batılı siyasal aktörlerce sürekli barış, Avrupa vatandaşlığı,
serbest dolaşım vb. pragmatik ve idealist gerekçelerle hayata geçirilen Avrupa
bütünleşmesi, ilkin Almanya ve Fransa tarafından sahiplenilmiş, daha sonra önce
batı Avrupa’dan başlayarak kıtanın büyük bir bölümüne yayılmıştır.
Yaklaşık
70 yıldır Avrupa bütünleşmesi, kendine özgü niteliğiyle ciddi kuramsal
tartışmaların ve hesaplamaların sonucunda derinleşme ve genişlemesini
sürdürmektedir. Bu nedenle, dönemsel olarak biçim değiştiren, dinamik yapıya
sahip ve günümüzde Avrupa Birliği olarak bilinen ulusüstü ve eşi benzeri
olmayan bu siyasal öznenin Uluslararası İlişkiler disiplini altında tek bir
kuramsal çerçeveye sığdırılabilmesi mümkün değildir. Avrupa bütünleşmesi
süreci, bütünleşmenin biçimi, dönemi, içeriği ve düzeyine göre kendi kuramsal
çerçevesini üretmiş; dönemsel olarak eskiye dönüşler yaşanabilse de üretilen
kuramsal çerçevenin açıklamakta yetersiz kaldığı gelişmelerde karşıt kuramlar
devreye girmiş; bu suretle ortaya çıkan yeni sentez kendisine meydan okuyacak
nitelikte bir antitez ile karşılaşana dek tez görünümüne kavuşmuştur. Hem
politika yapıcılar hem de Uluslararası İlişkiler araştırmacıları için adeta bir
uygulama sahasına dönüşen Avrupa bütünleşmesi konusunda teori ile pratik
birbirine paralel bir seyir izlerken halihazırda ciddi bir yazın oluşmuştur.
Avrupa
bütünleşmesi sürecinin kuramsal çerçevesi, analitik görünümde olması açısından araştırmacılar
tarafından dönemlere bölünerek incelenmektedir. İlk olarak, 2’nci Dünya
Savaşı’ndan sonra Avrupa’da yaşanan yıkımın sona erdirilmesi idealist bakış
açısına sahip federalizm ve işlevselcilik kuramları öncülüğünde tartışılmıştır.
Federalizm, büyük savaşlara neden olan ulus-devletlerin siyasal gücünün
anayasal yollarla elinden alınmasını ve bu yolla kalıcı barışın sağlanacağını
savunurken işlevselcilik adından da anlaşılacağı üzere barışa giden yolda
gerekli koşulların siyasal değil teknokratik düzeyde sağlanacağını
öngörmektedir. İki görüşün ortak yanı, ulus-devletlerin barışı sağlamada
yetersiz kalışı olmakla birlikte ulus-devletlerin egemenliklerinin federal bir
meclis, uluslararası ya da ulusüstü örgütlere devri konusunda politik ve
teknokratik yönelim farklılıkları bulunmaktadır.
Söz
konusu kuramların birbirine eklemlenmesi sonucunda yeni-işlevselcilik kuramı ortaya
çıkmıştır. İçinde pragmatik ögeler barındıran, yalnız teknik düzeyde kalmayıp
siyasal düzlemde de bütünleşme sahasının (sektörel ve coğrafi anlamda)
genişlemesini sağlayacak olan yayılma etkisini analiz eden bir kuram olarak
yeni-işlevselcilik AKÇT’den AET’ye giden yolu açıklaması bakımından 1950’lerden
1960’ların ilk yıllarına kadar literatüre damgasını vurmuştur. Buna karşın,
1960’larda AET nezdinde yaşanan “boş sandalye krizi” gibi olaylar, bu kuramı realist
akımın ulus-devlet merkezli argümanları ile tahtından ederek hükümetlerarasıcılık
yaklaşımının ön plana çıkmasına neden oldu. Uluslararası politika çerçevesinde
ulus-devletlerin kendi ellerindeki yetkileri -ortak tehdit algısı haricinde-
devretmeyeceğini iddia eden klasik realistlerden alçak-yüksek politika ayrımıyla
ayrılan hükümetlerarasıcılık savunucuları, Avrupa bütünleşmesinin siyasal,
ekonomik ve askeri değil teknik ve sosyal düzlemde mümkün olduğunu iddia
etmişlerdir. İki kuram arasındaki mevcut durum 1980’lerin ikinci yarısına kadar
varlığını korumuş, genel olarak soğuk savaşın sona yaklaşması ile birlikte
yeni-işlevselcilik kuramı yeniden canlanmıştır.
Bu
dönemde bahse konu iki kuramın tekeline karşı çağdaş olarak
nitelendirilebilecek kuramlarca meydan okunmuştur. 70’lerden itibaren Avrupa
bütünleşmesi, rasyonalist kuramlar olarak bilinen neo-realizm, liberal
hükümetlerarasıcılık ve rasyonel-tercihli kurumsalcılık ile bunlara karşı
olarak 80’lerin ikinci yarısından itibaren geliştirilen konsrüktivist (inşacı)
kuramlar üzerinden açıklanmaya başlanmıştır.
Rasyonalist
kuramlar pozitivist bir çerçeveyi benimseyen, normları ve idealleri bir yana
bırakarak ulusal çıkarların önceliğini kabul eden, olanı açıklayan ve güncel
sorunlara pratik çözümler bulmayı hedefleyen kuramlardır. Avrupa bütünleşmesini
açıklayan üç temel rasyonalist kuramdan ilki olan neo-realizm, tümevarım
yöntemini kullanan realizm gibi insan doğasının kötü olmasından ötürü
uluslararası sistemin anarşi içerisinde olduğunu değil, uluslararası sistemin yapısal
olarak anarşik niteliğinin devletleri Waltz’in bilardo topları örneğindeki gibi
güç mücadelesine ittiğini iddia eder. Neo-realizme göre devletlerin dış
politika bağlamındaki güç mücadelesine neden olan insan doğasının kötü olduğu
varsayımı önyargı dolu ve a priori
bir yaklaşım olduğu için yeterince bilimsel değildir. Klasik realizme benzer
biçimde devletlerin güç dengesine ilişkin duruşları neo-realistlerle birebir
aynı olsa da, (soğuk savaş koşulları göz önünde tutulduğunda) ortak tehdit
algısına karşın uluslararası işbirliğine gitmek mümkündür. Fakat tam da bu
nedenle neo-realist kuram, uluslararası sistemde anarşiye yol açtığı varsayılan
soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte Avrupa entegrasyonunu açıklamakta
yetersiz kalmaktadır. Zira o zamana dek entegrasyona dâhil olan devletler
politika alanlarında egemenliklerinden taviz vermişlerdir. Bu itibarla, soğuk
savaş öncesinde Avrupa’daki bütünleşme sürecini normatif yaklaşımdan yoksun
olması nedeniyle kısmen ifade edebilen neo-realizm, soğuk savaş sonrası dönemi
açıklamakta oldukça yetersiz kalmıştır. Bu dönemde neo-realizm karşısında neo-liberal
bakış açısı ile uluslararası sistemdeki yapısal anarşinin bertaraf edilebilmesi
ve ekonomik refahın temini için devletlerin rasyonel davranan aktörler olarak
öne çıktığı kabul edilmiştir. Yine neo-liberaller tarafından devletlerin yanı sıra
bireyler, uluslararası örgütler ve diğer ulusal baskı gruplarını da
uluslararası ilişkilerin aktörleri arasında kabul eden, alçak-yüksek politika ve
iç-dış politika ayrımlarını yapmayan ilkeler öne sürülmüştür. Bu noktada, bir
diğer rasyonalist kuram olarak liberal hükümetlerarasıcılık, neo-liberalizmin
hükümetlerarasıcılık ile sentezinden meydana gelmiştir. Bu kurama göre
devletler Avrupa bütünleşmesi sürecinde iç politikada liberal bakış açısı ile
vatandaşlarının görüşünü dikkate alarak ulusal politikalarını oluşturmakta,
hükümetlerarasıcı bakış açısı ile Avrupa’nın başkentinde egemen devletler
olarak eşit koşullar altında pazarlık masasına oturmaktadırlar. Buna karşın, temel
eksikliği Avrupa bütünleşmesi sürecinde ortaya çıkan uluslarüstü kurumsal
yapının gözardı edilmesi olan kuramın, rasyonel-tercihli kurumsalcılık
kuramının eleştirileri altında yeniden gözden geçirilmesi gerekmiştir.
Rasyonalist
bakış açısıyla kurumsalcılık kuramının alt kategorilerinden biri olan
rasyonel-tercihli kurumsalcılık ışığında yeniden tanımlanan liberal
hükümetlerarasıcılık, devletlerin rasyonel mantık ekseninde hareket eden, fayda
maksimizasyonu amacıyla kurumlara yetki devreden aktörler olduklarını kabul
etmektedir. Bu revizyona rağmen yeniden tanımlanan liberal
hükümetlerarasıcılık, rasyonel-tercihli kurumsalcılığın gerisinde kalmıştır.
Rasyonel-tercihli
kurumsalcılık, pozitivist bakış açısıyla olanı inceleyen ve devletlerin
rasyonel davranan aktörler olduğunu varsayan bir kuramdır. Buna göre
uluslararası siyasetin esas birimleri olan devletler için maddi çıkarlar elde
etmek üzere işbirliği yapmak mantıklıdır. Yine aynı mantık ile devletler, pragmatik
ve pratik nedenlerle uluslarüstü kurumlar tesis ederek bunlara yetki
devredebilir. Bu kurumlar, nitelikli
çoğunluk gibi kurallar ya da kurumların yetki alanları kapsamında üye
devletlerin hareketlerini dahi kısıtlayabilecektir. Amir-ajan analizinin
kullanıldığı bahse konu kuramda amir üye devleti, ajan ise kurumları ifade
etmekte olup ajanın devredilen yetkiyi kötüye kullanması riskine karşın komitoloji mekanizması kurulmuştur. Bu
çerçevede rasyonel-tercihli kurumsalcılık Avrupa bütünleşmesini en başarılı
şekilde açıklayan kuram olarak kabul edilmektedir. Diğer taraftan, söz konusu
kuramın devletleri ön plana koyarak norm ve değerlere karşı kayıtsız olması
konstrüktivistlerin eleştirilerinin odağındadır.
Uluslararası
İlişkiler disiplini kapsamında 90’ların sonuna doğru öne çıkan ve normatif bir
doğaya sahip olan konstrüktivizm, bu temelde yukarıda sayılan rasyonalist
kuramların karşısında konumlanmaktadır. Bu karşıtlığın esas nedeni, pozitivist
kuramların yapıyı materyal olarak görüp sabit kabul etmesi ve devlet ile yapı
arasında etkileşimi yok saymasıdır. Konstrüktivistlere göre ajanın (devlet),
yapı (kurumlar ve normlar) üzerinde etkisi olduğu kadar yapının dinamik (yani
zamanla değişebilir) niteliği nedeniyle ters yönlü bir etkinin yaşanması da
mümkündür. Yine bu kurama göre normlar ve kurumlar zamanla devletin (örneğin
ırkçılığa karşı çıkmak gibi başlıklarda) kimliğini dahi belirleyebilecek iken
rasyonalistler kimlik meselesini ihmal eder. Konstrüktivistler, Avrupa bütünleşmesini
(ve eski sosyalist Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine genişleme sürecini) birey ve
devletlerin tercihleri, çıkarları ve kimlikleri (ve nihayet davranışları) üzerinde
değiştirici etkisi nedeniyle Avrupa’nın
toplumsal inşası olarak algılamaktadır. Konstrüktivizm, eski doğu bloğu
ülkelerinin Avrupa bütünleşmesine dâhil olmasının rasyonel nedenlerini göz ardı
etmişse de rasyonel nedenler ile normların Avrupa bütünleşmesi konusunda
oynadıkları rolü tek başına bir kurama mal etmek sağlıklı sonuçlar doğurmayacaktır.
Günümüzde
Avrupa bütünleşmesinin istikbaline ilişkin muhtemel senaryolar kuramsal düzeyde
homojenlik ve heterojenlik ayrımı üzerinden ele alınmaktadır. Homojen bir
Avrupa, normlara dayalı ve konstrüktivist özelliklere sahip Kantçı ve Rousseau
bir Avrupa federasyonu anlamında yüzyılların ütopyası olarak cazibesini
korurken heterojen bir Avrupa, batı uygarlığının farklı ögelerinin çıkarlarının
rasyonel düzlemde birbirine uyum sağladığı, kendine özgü ve eşi benzeri olmayan
bir bütünleşme hedefidir. Heterojen Avrupa bütünleşmesi bağlamında her ne kadar
nihai hedefler aynı olsa da daha dayanıklı bir bütünleşmenin gerçekleşmesi için
ekonomik, sosyal vb. farklılıklar göz önünde bulundurularak üye ülkelerin
üstlenebileceği taahhüt seviyelerinin farklılaşmasına müsaade edilmektedir.
Bütün
bu bilgiler ışığında dinamik bir doğaya sahip Avrupa bütünleşmesinin ilk yirmi
yılının daha çok yeni-işlevselci ve hükümetlerarasıcı kuramlar üzerinden, son
yirmi yılının ise çoğunlukla rasyonalist ve inşacı kuramlar üzerinden
açıklandığı yorumu yapılabilir. Ancak, gerek şu ana kadarki, gerek de
gelecekteki Avrupa bütünleşmesi süreçlerinin bilimsel temellerde ele alınması
için en makul yöntemin zamana ve koşullara göre analiz olacağı düşünülebilir.
30 Mart 2020 Pazartesi
Boyacı
10 Haziran 2019 Pazartesi
Nathalie Clayer'in "Mystiques, État et société" adlı kitabında Kripto-Müslümanlara ilişkin bölüm (EN-FR)
The situation was naturally very different in other parts of the Peninsula, where the conversion of local populations to Islam was a much larger phenomenon, as in Bosnia, Crete and especially in Albania. If it can be supposed that the Sheykh halvetis implanted in these regions contributed, like Ömer Efendi (and even more), to this Islamization, there is unfortunately no source, no evidence support this assumption. It is nevertheless a central problem, for who wants to understand the history of these regions in the XVIII and XIX centuries.
---
La situation était naturellement tres différente dans d'autres régions de la Péninsule, ou la conversion des populations locales a l'islam fut un phenomene de baucoup plus grande ampleur, comme en Bosnie, en Crete et surtout en Albanie. Si l'on peut supposer que les Sheykh halvetis implantés dans ces régions contribuerent, a l'image de Ömer Efendi (et même encore davantage), a cette islamisation, on ne dispose malheureusement d'aucune source, d'aucun témoignage qui permettent d'étayer cette supposition. Il s'agit la pourtant d'un probleme central, pour qui veut comprendre l'historie de ces régions aux XVIII et XIX siecles.
24 Nisan 2019 Çarşamba
Türk İnkılabı Üzerine - Vestfalya ve Çaldıran'dan Çıkarılan Dersler
Öncelikle bazı tanımlamalara ihtiyacımız var. Bilinen anlamıyla Türk inkılabı, cumhuriyet dönemi için kullanılmakta olan idari ve toplumsal yeniliklerin genel adı olup başta Atatürk olmak üzere birçok devlet büyüklerince dar anlamıyla kullanılmıştır. Geniş anlamda Türk inkılabı ise, Türklerin tarih boyunca zamanın ruhuna üstün veya denk bir çizgide gösterdiği idari ve toplumsal gelişimlerin genel adıdır. Devlet büyüklerinin 2023 hedefleri vizyonunu ortaya koyması, daha sonrası için 2053 ve 2071 gibi projeksiyonlardan dem vurması, inkılapçılığın ruhu itibariyle durağan olmaması, biten bir şey olmaması ile alaka olduğundan tutarlıdır. Bu gerçekten yola çıkarak millî bir inkılabın başarıyla sonuçlanmasından değil ancak başarıyla sürdürülmesinden söz edilebilir.
İnkılabın etimolojik kökeni de bize bazı ipuçları sunmaktadır. Canlıların üzerinde yaşadığı tek gezegen olarak dünyanın bir kalbi vardır. Kentlisi ve kırlısı ile Anadolu insanınca yüzyıllar boyunca özümsenmiş inanca göre âlem her an yeniden yaratılmaktadır. İnkılab ise, klb kökünden olup Arapça'da yürümek manasına gelir. Nitekim kalp de yürektir, yani istemsiz bir kas olarak ölüm anına dek durmayan bir organdır. Bu benzetmeden anlaşılacağı üzere inkılap, her an olmakta olandır. Bu açıdan nasıl ki kalbin çalışırken duraklaması beklenmez ise, inkılaptaki duraklama adeta ölümü çağrıştırır ve inkılabın yokluğunu derinden hissettirir. Bir yarışmada birinciliği korumak, birinciliğe yükselmekten muhakkak ki daha zordur. Çünkü birinciliğe yükselirken rakip başka unsurlar iken birinciliği korumak rakip kişinin ancak kendisiyle mücadelesiyle olur. Bu da, eski alışkanlıkların, eski diyarların ve eskiyen ne varsa onun terkedilmesinin yanı sıra çürümenin ve mağlubiyetlerin kabulü ile yaşanır. Kısacası inkılapçılık, dışarıdan gelen yıkıcı eylemler kadar özyıkımı da gerektirir.
Mevcut her millette olduğu üzere Türk inkılabı da esasen Türklerin tarih sahnesine çıkışından bu yana süreklilik arz etmekteydi. Uygurların medeniyete katkıları, Talas savaşı, Satuk Buğra han ve Karahanlıların islamiyeti kabulü, sonrasında Selçukluların Anadolu'yu fethi, Osmanlı'nın imparatorluğa giden yoldaki egemenliğinin genişlemesi, İstanbul'un fethi, barutlu silahların ve büyük topların kullanımı ve daha sayamadığımız birçok atılım Türklere ait inkılaplar niteliğindedir. Evet, Türkler çok yer değiştirdi, diğer modern milletlere kıyasla daha yakın bir tarihte tek tanrılı ve semavi bir inanca girdi, gittiği ve kaldığı coğrafyalarda çok devlet kurdu ama bir o kadar da devleti tarihe gömdü. Bu açıdan Türk tarihi son derece hareketlidir ve yenilikçi bir seyir izlemiştir. Bu inkılapçı tavır gerek iç gerekse dış dinamikler nedeniyle yüzyıllar boyunca elbette çizgisel bir gelişim göstermedi fakat olumsuz manada ciddi bir sapmaya da uğramadı.
Türk tarihinde önemli yere sahip olan Moğollar ile Kösedağ savaşı ve Timur’un Ankara savaşı gibi örnekler, inkılapçı tavrı bozguna uğratamamıştı. Çaldıran savaşı bu açıdan bir dönüm noktası oldu. Türk inkılapçılığı, bu iki büyük Türk hükümdarının çatışması nedeniyle paradigma değişimine uğradı. İslam âlemini bölen Safevî Devleti'nin kurucusu Şah İsmail’in meydan okuyuşuna karşı koymak üzere Yavuz Sultan döneminde ele geçirilen ve akabinde saltanatla çiftleştirilen hilafet, Osmanlı'nın maddî ve manevî yenilikçiliğine ağır bir ket vurarak Türk inkılabında adeta kırılıma neden oldu. Sultan Selim her ne kadar Mekke ve Medine’nin hizmetkârı olarak hilafet hırkasını giymişse de bu bir nevi din savaşı, Fatih döneminde ortaya çıkan Osmanlı hükümdarının Türk hükümdarı olarak hem Han, hem de Batı uygarlığının hükümdarı olarak Roma imparatoru olduğuna dair bakış açısını sekteye uğrattı. Bu kırılım, islamın yegâne temsilcisi Devlet-i Âliyye’yi islam dünyasında otorite haline getirmekle birlikte Osmanlı saltanatının çığır açıcı zihniyetini kısırlaştırdı. Kanunî döneminden sonra, Sarı Selim’den başlayarak Osmanlı sultanları savaşa gitmeyi kesince toplum ile sarayın ruhanî irtibatı tümden koptu. Padişah kendini ayrı bir dünyaya hapsederken tebaa da yavaş yavaş Asyatik kaderine terk edildi. Sonuç olarak Türk inkılabının biricik mümessili Osmanlı ne teknoloji, ne bilim, ne de maliye alanında medeniyet üretemez oldu. Dar anlamda askerî, geniş anlamda her türlü yerli bilimsel ilerlemedeki duraklama, hakikatin değil şeklin ön plana çıkarıldığı selefî zihniyetin yükselişi ile birbirini beslediği için asker de ulema da dar-ül harbe nazaran gerilemeye koyuldu. Yakın zamanlı olarak, 1648 yılında, Avrupalı devletçikler onyıllar süren mezhep savaşlarından ve dökülen kandan bıkmış olarak Almanya’nın Vestfalya kentinde bir barış görüşmelerini tamamlamıştı. Doğudaki gelişmelerin aksine, Vestfalya barışı ile zaten sembolik olan ve Vatikan’ın güdümünde bulunan Kutsal Roma Germen İmparatorluğu yüzlerce egemen parçaya ayrılacak (bu da zamanla ulus devlete giden sürecin önünü açacaktır), şekilsel özellikleri öne çıkan mezhepsel çatışma yerini barışa ve (yerel) inanç serbestisine bırakacak, Papa’nın uluslararası anlaşmalara müdahil olmasının önüne geçilecek, böylece laik ve çağdaş bir devlet yönetimi mantığı yerleşecek; devlet, iktidar, uluslararası hukuk ve savaş ahlâkı kavramları modern anlamda tartışmaya açılacaktı. Batıda şekle olan itibar yerini hakikat arayışına bırakacağı için “Allah katında saklı olan” ilimlere ulaşmanın önündeki engeller ortadan yavaş yavaş kalktı. Aynı zihniyetin ürünü olarak sanayi devrimi gerçekleşti, burjuva sınıfı ile kapitalist üretim sistemi ortaya çıktı, modern anlamda bankacılık ve çok uluslu şirketler yayılmaya başladı.
Batı’da bu gelişmeler yaşanırken; gaza inancına sahip, imanı tam, ahi ve sufi geleneğinden beslenen Osmanlı coğrafyasının zihin dünyasını güdükleştirmek pahasına çıkarlarını korumak üzere saraya yakın konuşlanan, fiziken ve kültüren üretmeyi çoktan unutmuş çevreler olan biteni izlemeye bile tenezzül etmemişti. Çıkarlarını korumak uğruna selefi fikriyatı kullanan aristokratlar, valide hatunlar, çeşitli ulema ve yeniçerilerden oluşan bahse konu çevrelerin yanıltıcı faaliyetleri devletin güç ve itibar kaybına esas teşkil eden kaynakların başka yerlerde aranmasını sağlayarak payitahta geçici olarak zaman kazandırmışsa dahi sorunların onyıllar içerisinde kronikleşmesine vesile olmuştu. Birkaç padişah ve sadrazam bu gerçekleri görmeye çabalasa dahi çıkarları zedelenecek olan söz konusu çevre hakikatin üzerini güçleri yettiğince örtmüş, gerektiğinde devletin başını gövdesinden ayırmakta gözünü dahi kırpmamıştı. İnkılap yolunda yalnız kalan Genç Osman gibi kayıplar verilse de birçok padişah sorunlara ithal yöntemlerle çözüm bulmaya çalışmış fakat kaynağına inememişti. Diğer taraftan Koçi Bey gibi uzlaşmacı devlet adamları evrimsel yöntemlerle idari sistemde kısmî tamirat çalışmalarını sürdürmüştü. Nihayet kendini sırça köşküne hapsolmuş bir padişahtan çok yenilikçi bir bürokrat gibi hisseden Sultan II. Mahmud bu reformları paket olarak art arda ele almayı başardığında İmparatorluk özellikle askerî, idarî ve iktisadî açılardan uzun süredir birçok Avrupa ülkesinin gerisine düşmüştü.
Sonuçta birbirine kılıç çekmiş iki ayrı âlemin mensupları Avrupalılar ve Türkler, medeniyet mücadelesinde Vestfalya ve Çaldıran gibi dönüm noktaları ile birbirleriyle adeta yer değiştirmişti. Diyaneti yüzyıllarca çıkarları uğruna tahrif etmiş, çoğunlukla şekilsel yanını yorumlayarak barbar bir yaşam süregelmiş Avrupa toplumu, Türk ve islam dünyası ile hâlihazırda keşfettiği yenidünyadan öğrendiği kültürel kodları kendine aşılayarak medeniyet üretmeye, sonrasında ise pazarlamaya başladı. Üreten batının zenginliği arttıkça doğuya maddi ve manevi fark atmaya başladı. Bu durumda güçlenen batılı aktörler, doğu dünyasına girişin kapısı ve islamın sancaktarı Osmanlı'nın huzurunu günden güne daha fazla tehdit etmeye başladı. Bu da Bab-ı Ali üzerinde artan miktarda entelektüel bir baskıya neden oldu. II. Mahmud’dan itibaren yer yer sekteye uğrasa da halkına bir miktar yabancılaşarak sivrilen subaylar ve devlet adamları tarafından reform faaliyetleri sürdürüldü. Arayış içinde geçen onyıllar, adalet, eşitlik ve demokrasi gibi batılı kavramlar ile iç içe üç tarz-ı siyasetin denenip ideolojik hüsranlar ile sonuçlandı.
Elde kalan tek makul ve çıkar yol olarak ulus devlete giden süreçte, modern anlamda Türk inkılabının başladığı zamandan bu yana asker ve sivil bürokrat zihniyetince halka dayatıldığı görülecektir. Osmanlı bakiyesinin büyüklüğü ve Toplum içinden çıkan bir kısım üstün gayretli neferin yönlendirmesiyle Türk dünyasının önder ülkesi Türkiye, hiçbir zaman dibi görmedi ve tam bir sömürge olmadı. Bu durum övünç kaynağı olmakla birlikte Türk inkılabının olumlu yönde paradigmatik bir kırılıma uğramasına da müsaade etmedi. Bu sebeple modern çağda inkılapçılığımız ufak tefek tadilatlar ile yaşamını sürdürmüş, hiçbir zaman sıfırdan bir inşaata girişememiştir. Bu süreçlerin başarısı(zlığı), devrimlerin halkın nazarında özümsenmesine bağlıdır. Halk yeniliklerden alacağını almış, aklına yatmayan kısımları kusmuştur. Neredeyse ikiyüz yıllık bir hesabın bakiyesi olarak geldiğimiz noktada inkılaplar zoraki niteliği ve yaşattığı doku uyuşmazlıkları nedeniyle yarıda kalmıştır. Her ne zaman yenilik fidanları halk için, halka rağmen, halk dışından getirildi; dikildiği toprakta karşılık bulmamış, er geç kökleri kurumaya ve dikildiği toprağını kısırlaştırmaya mahkûm olmuştur.
Anlaşılıyor ki, illa dibi görmeyi beklemeden her türlü inkılabı, “hakikaten manipüle etmeden” yapmak zaruri olup yenilikler halk için, halka göre ve halk tarafından bizzat istenerek hayata geçirilmelidir. Her bir kodun kaynağı belli çözümleri gerektirir. Burada “halk için”den kasıt Türk inkılabının önündeki engellerin yok edilmesi ve bir daha Çaldıran benzeri iç çatışmaların yaşanmaması adına kendine özgü Vestfalya sisteminin kurulması, “halka göre”den kasıt ise Türk inkılabının kalibrasyonu için milliyet, islamiyet ve küreselleşme üçgeninde bir konumun esas alınmasıdır. “Halk tarafından” derken merkezden yerele kadar çarpıtmasız, çağın gerekleri ve imkânları arasında bir ahenk ile halk egemenliğinin teşekkülünün zorunluluğu tanımlanmaktadır. Bu doktrinin geçerliliği ve tek yol olduğu er geç kabul olunacaktır. Zira uygarlık yolunda hiçbir milletin başka seçeneği yoktur. Türk inkılabı ancak o zaman sürekli olabilir.