19 Şubat 2021 Cuma

Müge Anlı'nın TV Programı ve Modern Türk Toplumunun Ahlâkî Yapısına Dair Bazı Görüşler

Doğan Cüceloğlu'nun vefatı üzerine, kendisinden geride kalan ruhbilimsel mirastan çıkarabileceğimiz toplumbilimsel bir konu bulunmaktadır. Söze başlamadan, isabetli değinmeleri nedeniyle ekşisözlük yazarı isolde'nin konuya ilişkin "müge anlı ile tatlı sert" başlığındaki girdisini paylaşıyorum:


isolde adlı yazar bu girdisinde bazı noktalara vurgu yapar. Örneğin: "farkında olmasanız da, en kalabalık metropolün en kalabalık noktasında küçük yerde olduğunuzdan daha fazla güvendesiniz." der; "uzunca bir zamandır kentleşmenin beşeri insana çeviren" en önemli unsurlardan biri olduğu iddiası göze çarpar. Yazıda devamla mahalle denilen küçücük birimden niceliği dünyadan daha büyük kötülüklerin çıkabilmekte olduğu, "meşgalesizlik ve cehaletin kimyasal silahtan bile daha çok can alabileceği", "...çünkü kasaba dediğimiz yer, şehirle köyün arasında bir yerlerde, ekonomisinin çoğu içsel, işi az, kadın istihdamı yerlerde, özellikle bizimki gibi mazoşist muhafazakar, yani kendi yaratmadığı bir kültürü devrişerek acı veren bir muhafazakarlık içinde kalmış toplumlarda hasetliğin, dedikodunun, fitneciliğin gırla gittiği, çok fazla boş vakitten kalan enerjinin bir alman kasabası gibi hobilerle sporla atılamadığı için sapıklığa dönüştüğü, cinsel gerilimin akşamları yakılan sobalardan çıkan is kokusu gibi havada öylece durduğu bir gayya kuyusudur." gibi sert tespitlere yer verilir. Yazar için, "büyük şehrin sosyal kurallarının ehlileştiriciliği" birçok hayat ve toplum için kurtarıcı rolü taşır.

Modern Türk toplumunun en büyük ve kitlesel sıkıntılarının başında, yine yazarın cümlesiyle ifade etmek gerekirse, "insanlar kendi maruz kaldıkları pislikler ortaya çıkmasın diye pisliği yapanı savunabilirler." olgusu yer alır. Fizikî ve ahlâkî bakımdan "iyi" kavramı yaşamı sekteye uğratmayan unsurlar bütünü olarak kabul edilirse, bu toplum kategorisi içerisinde yer alan herkes nesnel olarak en hafifinden biraz kötüdür; fakat, Heidegger'in ifadesiyle dünyaya "dasein" olarak fırlatılan yahut kendini bir şekilde bu kategori dışına atan/çıkaran kişi, adı geçen toplum nezdinde en kötüdür. Çünkü kırsal toplum dışına çıkarak orta sınıfın bir neferi olma yolunda aydınlanma sürecini başlatarak bireyselleşmesini dizginlemeye gayret eden kişi, (kütüğü, ata toprağı, yahut "orada bir köy var uzakta" söylemi bakımından) bir şekilde bağlara sahip olduğu bu topraklar için üzerine sinen ahlâksızlığın kirinden kendini arındırmak istediği için istenmeyen kişi yani "persona non grata"dır. bu yüzden o kişi, Yakup Kadri'nin "Yaban" romanının esas kişisi gibi toplumca yabanî bir yabancı görünümündedir. Ata mirası bir zekâ ile Boğaziçi'nde okumuş, yıllarca ABD'de doktora yapıp geri dönmüş bir kimsenin, Aziz Sancar gibi istisnaî örnekler haricinde bu toprakların merkezinde samimiyet görme olasılığı, kırsalın bilgi toplumuna vasat entegrasyonu sayesinde hızla sıfırlanmakta ve yüzeyselleşmektedir. Avam bir ifade ile, sanayileşme dalgası öncesi köyünde ilmek ilmek kilim dokuyan Türkmen kızının samimiyeti, Tiktok, Snapchat türevi 2000'li yıllardan itibaren palazlanarak toplumsal tabanı kırsala doğru genişleyen sosyal medya uygulamalarına yüklediği uçarı videolar ile silinip gitmiş; batıda eğitim gören kırsal kökenli gençler memleketlerine birkaç günlük zoraki/geleneksel bayram ve (düğün, vefat, taziye vb.) özel zaman ziyaretleri haricinde kendilerini bekleyen toplumsal tehditlere karşı --dedikodu, fesatlık, kıskançlık vb. ahlâki başlıklarda zihinsel olarak savunmasızlaştıkları- için gitmekten kaçar olmuştur. Bu bireyler için kırsal artık deplasmandır ve misafirliğin ötesine geçmek yalnızca manevî zarar değil, fiziksel de zarar görme olasılığını artırmaktadır. Yazar bu durumu, "çünkü tacize uğramak taciz etmekten, tecavüze uğramak tecavüz etmekten, dayak yemek (yani dayağı hak etmek) dayak atmaktan daha kötü görünür ahlakı içinden üretmeyip dev bir hap gibi dışarıdan alıp yutmaya çalışırken boğazına takılan toplumlarda. bir kez tacize uğrayan kişi korunup kollanacağı yerde kamusal bir tecavüz nesnesine dönüşebilir." biçiminde ifade eder.

Peki bu duvarımızda çürüyen tablonun yaşlanmasını -durduracak demiyorum- geciktirecek bir çare yok mu? Elbette var, hatta birden fazla seçeneğimiz var. Bu seçeneklerden en kolayı, bizim en iyi bildiğimiz(i sandığımız) olandır. Kendi adıma konuşursam, Osmanlı'nın kuruluş devrinden itibaren teşkilatlanma yapısı, kapsayıcılığı ve kucaklayıcılığı bize ışık tutabilir. Bizans İmparatorluğu'nun son megadükü Lukas Notaras'ın "Konstantiniyye'de Latin külahı/serpuşu görmektense Türk sarığı görmeyi yeğlerim." [İngilizce'de "I would rather see a Turkish turban in the midst of the City than the Latin mitre.", Yunanca ifade ile "κρειττότερον ἐστὶν εἰδέναι ἐν μέσῃ τῇ Πόλει φακιόλιον βασιλεῦον Τούρκου, ἢ καλύπτραν λατινικήν."] sözü, kuruluş ve klasik dönem Osmanlı sosyal politikaların özet bir derecelendirmesi, adeta bir geri dönütüdür. Bu sayede Sefarad Yahudileri Türk topraklarına buyur edilmiştir. Bizi biz yapan, o dönemki ahlâkımızın evrenselliği, evrene hitap ediyor oluşudur. Bu ahlâkî duruş, Osmanlıların İbn-i Arabî ekolü sufizmi terk ederek selefîleşmeye başladığı dönemde ölümcül bir darbe alarak erimeye terk edilmiştir. Kırılımın adı, "Sufî-Selefî Kutuplaşması"dır. Rahmetli Halil İnalcık hoca, "ilk olarak 1973'te yayımlanan Osmanlı İmparatorluğu: Klasik Çağ. 1300-1600" adlı kitabının sonlarına doğru "Bağnazlığın Zaferi" adlı bölümde bu durumu fazla derine inmeden izah etmeye gayret etmiştir. Gerçekten, ülküsü/idealleri olan her Türk vatandaşı için defalarca okunarak özümsenmesi gereken bu makale/kitap bölümü, makro siyasetin sosyal yapıya vurduğu ölümcül darbenin iz düşümünü yansıtır. Tanı burada zikredilir. Şii-Sünni kavgasının patlak vermesi, Sünniliğin totaliterleşmesini, şekilselliğe indirgenmesini, materyalistleşmesini tetiklemiştir. Eminönü'ndeki Yahudi mahallesi, bir yangın ile kül olduktan sonra Yahudileri ihtidaya ya da sürgüne zorlaması, ortaya çıkan çeşitli nev-zuhur toplumsal baskılar, Katolik ve Şii dünyaya meydan okuma babında Eminönü'nde Valide Sultan Camii ve Mısır Çarşısı'nın inşası, Osmanlı'nın artık içi boşaltılmış bir şekilciliği benimsediğini gösteriyordu. Yunus Emre'nin "Dervişlik dedikleri Hırka ile taç değil // Gönlün' derviş eyleyen Hırkaya muhtaç değil" dizeleriyle ifade bulan Anadolu irfanı, bu darbeler ile siyasal ve toplumsal tabanını kaybetmiştir. Safevilere karşın gövde gösterisi niteliğinde örfî hukuk ile yönetilegelen Osmanlı, esasen hilafeti padişahlık ile birleştirdiğinde sonun başlangıcına giden yola girmiş, şeyhülislam Ebu Suud efendinin fetvaları ile kronik hale gelen hastalığın seyri hızlanmıştır.

Hastalığın teşhisini koyan kişilerden biri ise Hz. Niyazi Mısrî'dir. O'nun "Devletin inkırâzı (çöküşü) için dördüncü kat semâya bir kazık çaktım; onu benden başkası çıkaramaz!" ifadesi, mezkûr teşhisin kanaatimce en acı ifadesidir. O çağda "devlet" kelimesinin, -yalnızca birkaç yüzyıllık mazisi olan siyasal birim anlamındaki devlet kurumundan ziyade- içeriği ve özü itibariyle mutluluk, zenginlik, refah, ahlâk gibi soyut değerlere sahip olmak anlamına geldiğini unutmayalım. Şeyh Edebâlî'nin "insanı yaşat ki devlet yaşasın." sözünde de benzer biçimde siyasal birim olan devletten bahsedilmemekte, "devletlüm" sıfatındaki çağrışımdan algılanacağı üzere insanlığın ortak ve soyut değerlerinden bahsedilmektedir.

İnsan eti ve kemiği, topraktan gelir ve toprağa gider. Ancak insanlık, yahut Türkçe ifade ile "gönül" ölümsüzdür. Bu noktada, Niyazi Mısrî'nin yalnızca şahsi olarak değil, gördüğü şekilcileşme (materyalistleşme) ve toplumsal ahlâktaki bozulma nedeniyle Devlet-i Âliyye yani en büyük erdemlerin yeryüzündeki izdüşümüne tekabül eden Osmanlı İmparatorluğu'nun kurucu felsefesi olarak süper egonun dönemsel temsilcisi olan gönlü kırılmıştır. Bu itibarla, modern çağ Türk toplumunun örtbas edilen yaraları, 2000'li yılların medyasında "kadın programları" olarak adlandırılan, sunucu olarak Müge Anlı'nın başını çektiği TV programları ile toprak üzerine çıkarılmıştır. Sorunun başlığı belli ve örnekler de yeterince çeşit arz ediyor ise, nihayet bizlere düşen, bireysel ve kolektif imkânlarımızla tedaviye giden yolu aralamaktır. Bunun da yolu, tarihin bir döneminde sahip olduğumuz ve geliştirdiğimiz evrensel ahlâk felsefesini yeniden ihya etmek, yani canlandırmaktır. Bu da, müze kurarak değil, bizzat yaşayarak ve deneyime dönüştürerek olacak bir iştir. Bu noktada din, islam, teşbih, tenzih, merhale, hayatın anlamı, varoluş, varlığın ontolojisi ve benzeri birkaç kavramın korkmadan, herhangi bir dogmanın baskısı altında kalmadan, bir yandan da hiçbir canlı ve cansıza zarar vermeden içini doldurmamız gerekmektedir. Bizden sonraki nesillere bırakılacak en anlamlı soyut miras, tartışmasız biçimde canlandıracağımız bu olacaktır.

19 Şubat 2021

16 Kasım 2020 Pazartesi

1990’LI YILLARDA ULUSLARARASI İLİŞKİLER VE ÇATISMA ÇÖZÜMÜNDE NEOREALİZM VE NEOGRAMSİYAN HEGEMONYA KAVRAMI - MAKALE* ÖZETİ


Kimi kuramcıların soğuk savaşın tarihin sonunu ve bir bakıma savaşların da sonunu getirdiğini iddia etmesine karşın soğuk savaş sonrasında devletlerin parçalanması, etnik milliyetçilik, bölücülük gibi gerekçelerle uluslararası sistemde çatışmaların iç ve devlet içi boyut kazanarak ciddi bir dönüşüme uğraması ile çatışma çözümü bağlamında yeni bir aşamaya geçildi. Realistler ise öte yandan, atomik ulus birimlerinin çatışmalarının yeniden doğacağı Hobbesyan dünya düzenine geri dönüldüğünü iddia ettiler. Bunda, yıkılan SSCB’nin yanı sıra ABD’nin hegemonik istikrar sağlama rolünün zayıflamasının payı büyüktür.

Neo-realist açıdan -tarihte olduğu gibi- olarak uluslararası sistemin yapısındaki beklenmedik ve ani yaşanan bu değişikliğin (SSCB’nin yıkılışı) güç dengesini bozarak çatışmaları artırmasının çatışma çözümünü ve yeni nesil yaklaşımları daha gerekli kıldığı düşüncesi ön plana çıktı. Uluslararası İlişkiler yazınında hegemonya çalışmalarının neo-realist ve neo-Gramsiyan okullar ile yakın ilişkisi bulunmakta olup bu makale, uluslararası sistemde barışçıl yapısal değişimlerine değinen “Yeni Dünya düzeni” hakkındaki çalışmalar içerisinde hegemonya kuramlarını ele almaktadır.

Realist ve neo-realist kurama göre birey düzeyinde geçerli olduğu üzere uluslararası davranışları şekillendiren ve politikanın merkezinde yer alan biricik kavram olarak güç esasen birçok farklı anlam taşır. Realistlerin geneli için güç ve hegemonya, hâkimiyet ve zor kullanma demektir. Yapısal realizm, klasik öncülüne birçok açıdan benzer varsayımları kabul etmektedir. Buna karşı Waltz’in vurguladığı üzere neo-realizmdeki çıktıların sistemsel düzeydeki esas belirleyicisi yapı kavramıdır. Uluslararası sistemde belirleyici güce sahip bir devletin gücü önemli derecede değişirse uluslararası yapının ve dünya düzeninin anarşik doğası da yeniden kurgulanır.

Hegemonik istikrar kuramı (HST) uluslararası ilişkilerin realizm/neo-realizm ile liberalizm/neo-liberalizm adlı iki temel kuramını birleştirir. Buna göre tek bir hâkim gücün (yani hegemonik düzenin) bulunduğu nispeten barışçıl bir uluslararası toplum için uluslararası ekonominin açık, politikanın ise istikrar içinde olması gerekir. HST’nin kolektif iyilik ve güvenlik adıyla iki sürümü mevcut olup; bu da sırasıyla yumuşak ve sert güç kullanımı ile alakalıdır.

Buna karşın bu iki kuram da çeşitli yönlerden kısıtlı kabul edilir. Bir görüşe göre, uluslararası düzende bir kere işbirliği sağlandı ise bu aşamadan sonra hegemonya daha önemsiz hale gelmektedir. İkinci görüş ise sistemsel dönüşümden sonra yeni hegemonik gücün ortaya çıkışı ile alakalı olarak kanıtın doğası hakkındadır. Üçüncüsü ise deneysel ve mantıksal sorunlarla ilgilidir.

Neo-Gramsian Uİ okulunun temel kaynakları Antonio Gramsci’nin Marxist ve Robert Cox’un eleştirel görüşleri olup bu yaklaşım soğuk savaş sonrası dönemdeki çatışmaları açıklamaya çalışır. Marxizm’e göre dünya politikasının ardındaki temel güçler sınıf çatışması ve düzensiz kalkınmadır. Dünya tarihi ise döngüselden ziyade dinamik ve diyalektik bir süreçten ibarettir. Çağdaş dünya sistemini kapitalizm bağlamında incelemek daha isabetlidir. Bu nedenle, hegemonya kuramı (Merkantilizmin benzeri biçimde) Marxistlerin kullandığı çerçevede kapitalist ilişki biçimindeki üstünlükten ileri gelir. Cox, ilk defa Gramsci’nin hegemonya kavramını uluslararası ilişkileri açıklamak için kullanmış ve hegemonya kavramının içerisine toplumsal düzeyde (bir gruba karşı doğan tehditlere yönelik) uygulanan yaptırım, ceza ve teşvikler gibi entelektüel ve ahlaki içerikler yüklemiştir. Bir toplumsal grubun hükümet gücüne sahip olması için öncesinde liderlik kurumunu oluşturmuş olması gerekir. Cox bu noktada üstünlük ile ideolojik hegemonya arasında ayrım yaparak hegemonyanın bir devlet veya ülke grubu ya da başka birimlerin de yer aldığı bir birliğin elinde olabileceğini söyler.

Gramsci’ye göre sivil toplum kavramı, Bolşevik Devrimi deneyimini yansıtmak ve Batı Avrupa'daki devrimleri açıklamak için tarihsel bir genelleme yapar. Batı Avrupa’da sivil toplum Rusya’ya nazaran daha bilinçli ve örgütlü olduğu için devrimler daha çok sivil toplumun eliyle gerçekleşir. Gramsci’de üstyapı düzeyinde sivil toplum (özel) ve politik toplum (devlet) mülkün temelidir. Realistlerin devletine tekabül eden “politik toplum” ile “sivil toplum” bir araya gelince “genişletilmiş veya tamamlayıcı devlet” ortaya çıkar. Realistlere göre devletin formasyonu için gerekli ve yeterli olan güç veya güç tehdidi iken Gramsci’de ancak (medya, etik, ödüllendirme vb. kanallarla) kamusal rızanın da alınması ile hegemonik liderliğin esasları teşkil edilmiş olmaktadır.

Cox’a göre hegemonya kavramının karşılığı pasif devrim olup; hegemonyaya ilişkin diğer bir kavram ise tarihsel bloktur. Ancak hegemonik toplumsal bir sınıfla birlikte mümkün olan hegemonyanın deneyimlenebilmesi için tarihsel bloğun tesisi ön koşul olup bu bloğun ahlaki-siyasi boyutundan türetilen ortak kültürün propagandası hegemonyayı (entelektüel ve ahlaki bloğun üstünlüğü sonucunda hegemonyanın tesis edilmemesi durumunda bile) yönlendirir.

Cox, neo-Gramsiyan çerçevedeki hegemonya kavramını uluslararası ve dünya düzeyinde çatışma analizlerine uygular. Bu durumda hegemonya ve dünya düzeni için Cox devlet biçimleri, toplumsal kuvvetler ve dünya düzenlerinin üçgensel bir etkileşim içerisinde olduğunu vurgular. Cox yine aynı üçgen şemayı kullanarak uluslararası düzeyde yapısal kuvvetler hakkında fikirler, kurumlar ve maddi yeterlilikler üçlüsü arasında benzer bir ilişki kurar. Buradan hareketle Cox, dünya hegemonyasını, egemen bir sosyal sınıf tarafından kurulan iç ulusal hegemonyanın dışa doğru genişlemesi olarak kuramsallaştırır. O’na göre dünya düzeninin yaratılması hegemonun ve tarihsel bloğun tesisinin sonucudur. Bu anlamda hegemonik dünya düzeni, evrensel üstünlüğe sahip bir toplum ve uygarlığın ürünüdür. Soğuk Savaş sonrasında Avrupa Birliği’nin Orta ve Doğu Avrupa Ülkelerine (ODAÜ) doğru fiziksel ve normatif bağlamda genişlemesi, bu süreci anlatan iyi bir örnektir.

Çatışmalar iki ayrı çıkar grubunun amaçlarının birbiriyle uyumsuz olması durumunda ortaya çıkar. Gramsci’nin hegemonya kuramı altında ele alındığında, “Temel İhtiyaçlar” kuramı içerisindeki kavramların toplumsal gruplar arasında güvenlik sorununa ve çatışmaya neden olduğu söylenebilir. Çatışmalar gruplar, bireyler ve üstyapıların yüzeyinde ortaya çıkar ve aynı düzeyde çözümlenemez; ancak çatışma, en iyi şekilde, çatışmaları sürdüren toplumsal yapıları değiştirerek çözülebilir.

Realist Uluslararası İlişkiler kuramlarına göre çatışma doğrudan şiddet ile açıklanırken Gramsci’den türetilen Uİ kuramında gözle görülemeyen, daha belirsiz ve yavaş seyreden “dolaylı şiddet” vardır. Bu itibarla, kitlesel ve zorunlu göç, batı doğu gelişmişlik farkı, kıtlık, iklim değişikliği ve enerji savaşları gibi gündemlere sahip yeni Dünya düzeni altındaki uluslararası sistemde ekonomik ve kültürel hegemonya yoluyla sağlanabilecek yapısal bir değişime ihtiyaç olduğu ve silahların susmasını sağlamaktan ibaret olan negatif barışın tesisinin yetersiz olduğu ortadadır. Bir başka açıdan, çatışma çözümü kuramlarına göre toplumsal değişimin motoru olarak çatışmalar gerekli olmakla birlikte bu çatışmaların yıkıcı değil yapıcı mahiyette (yani norm üretici kapasiteye sahip) olması gerekir. Cox’un analizine göre çatışmanın nedenlerini bulmak için çatışan tarafları destekleyen ve içeren hâkim sivil ve siyasi sistemlerin yapısı da gözden geçirilmeli, çatışmanın tam manasıyla sona erdirilmesi için bütün diyalog kanalları açık tutulmalıdır. Diyalog ancak gizli mesajları ve örtük varsayımları tanımlayan tamamen duyarlı bir "antitez" ile mümkündür. Bu karşı sav ise, mitoloji gibi devletin diline hâkim olan yapıların desteklediği ve pekiştirdiği derinlere yerleşmiş olanı algılamalıdır. Çatışma çözümünde diyalogun amacı, her iki taraf için de sindirme, tahakküm etme ya da dönüştürme değil, tez (mevcut yapı) ve antitezin (karşı hegemonya) oluşturduğu geleneksel bir sentez değil yeni ve eşsiz bir sentezdir. Buradaki karşı hegemonyanın her analiz düzeyi için (Çekoslovakya’da 1989’da Komünizm’in yıkılışına sebep olan Kadife Devrim örneğindeki gibi) zekice düşünülmüş ve şiddet içermeyen bir mevzi savaşı olarak yürütülmesi, sentezin pozitif barışa dönüşmesini sağlayacak unsurdur.

Toplumsal yapılar tarafından desteklenen çatışma analizi modelinin faydaları iki yönlüdür. Birincisi, çatışma analizi ve çözüm kuramcıları, çatışmayı destekleyen ve sürdüren temel yapısal sistemleri incelemeden köklü, inatçı çatışmaları ele alamayacaklarını kabul etmelidir. İkincisi, yapısal çatışmanın ancak onu destekleyen toplumsal sistemlerin yapısı pahasına ele alınabileceğini kabul etmeleri gerekir.

Sonuç olarak, Makale, neo-realist ve neo-Gramsiyan hegemonya fikirlerine ilişkin literatürü, iki okulun tarihsel gelişimlerine vurgu yaparak özetlemeye çalışmakta, bunu yaparken iki okulun çatışmaların anlamı ve ifadesi kapsamında aynı kavramları birbirinden nasıl farklı kullandıklarını analiz etmektedir. Neo-realist kuram, çıkar temelli ve şiddetli çatışmaları daha iyi açıklarken, neo-Gramsiyan okul yapısal şiddet ve görüş temelli çatışmalara ışık tutmakta işlevseldir. Bu iki kuramsal yaklaşım arasında, materyal ve normatif bağlam farkından ve Gramsci’nin kavramlarındaki dinamizmden kaynaklı olarak ortaya çıkan görelilikten ilhamla, Newton fiziği ve Einstein fiziği arasındaki fark gibi bir ayrım yapılabilir. Bir diğer sonuç ise neo-Gramsiyan Uluslararası İlişkiler yaklaşımı, analistlerin devletler arasında işbirliğinin tek bir hegemon olmadan mümkün olduğunu varsaymasını sağlayan eleştirel bir çerçeve tesis eder. Barışçıl bir dünya düzeni için belirli kurumsal yapılar ile devlet biçimlerinin gerekli olduğunu kabul eden neo-Gramsiyan yaklaşım tek boyutlu analizden (ulusal çıkar ve güç) çok boyutlu analize (fikirler ve kurumlar) geçişi sağlaması bakımından neo-liberalizme yakınsar. Günümüzde ABD’nin yapısal güce sahip olduğu ve hala kültürel bir hegemonya olduğu söylenebilir. Böyle bir ortamda çatışmanın doğmaması için post-hegemonik döneme geçişin sağlanması gerekli olup bunun da yolu farklı uygarlık geleneklerinin bir arada barışçıl yaşamının tesisinden geçer.

Çatışma çözümü kuramlarında karmaşık iç ve uluslararası yapı şiddetli çatışmaların meydana gelmesine neden olmuştur. Yapısal çatışmalar neo-realist ve neo-Gramsiyan hegemonya kavramları yardımıyla anlaşılabilir. Soğuk savaş sonrası dönemin çatışmaları da açık bir şekilde uluslararası sistemdeki küreselleşme sonrası, post-Vestfalyan ve hegemonya sonrası yapılardan kaynaklanır. Bu çerçevede, devlet içi bir çatışmanın çözümünde sadece barış gücü korumasının tesisi ile yeterli gelmeyecek, psikolojik ve kültürel araçlara da ihtiyaç duyulacaktır.

Karmaşık bir dünya ortamında, 21. yüzyıldaki yeni zorlukları sadece neo-realist veya Gramsiyan hegemonya kavramı ile açıklamak mümkün görünmemekte olup, negatif ve pozitif barışın tesisini sağlayacak bütünleştirici ve kapsamlı kuramların ele alınmasının gerektiği söylenebilir. Bu kapsamda çatışma çözümü sahası, çatışan tarafların çıkarlarını, ihtiyaçlarını ve hedeflerini değiştirmeyi amaçlayan ve şiddet içermeyen toplumsal değişim fikrini ortaya koymak için yararlı olabilir.

*Makale Yazarı: Doç. Dr. Sezai ÖZÇELİK, 2006.

22 Ekim 2020 Perşembe

Sinem AKGÜL AÇIKMEŞE'nin “Uluslararası İlişkiler Teorileri Işığında Avrupa Bütünleşmesi” Adlı Makale Özeti

11 Ekim 2020

İki dünya savaşının yaşandığı, milyonlarca sivilin hayatını kaybettiği 20’nci yüzyıl aynı zamanda Avrupalı devletlerin sui generis çatıda siyasal bir örgütlenme modeliyle bütünleşmesine giden yolu da açmıştır. Batılı siyasal aktörlerce sürekli barış, Avrupa vatandaşlığı, serbest dolaşım vb. pragmatik ve idealist gerekçelerle hayata geçirilen Avrupa bütünleşmesi, ilkin Almanya ve Fransa tarafından sahiplenilmiş, daha sonra önce batı Avrupa’dan başlayarak kıtanın büyük bir bölümüne yayılmıştır.

Yaklaşık 70 yıldır Avrupa bütünleşmesi, kendine özgü niteliğiyle ciddi kuramsal tartışmaların ve hesaplamaların sonucunda derinleşme ve genişlemesini sürdürmektedir. Bu nedenle, dönemsel olarak biçim değiştiren, dinamik yapıya sahip ve günümüzde Avrupa Birliği olarak bilinen ulusüstü ve eşi benzeri olmayan bu siyasal öznenin Uluslararası İlişkiler disiplini altında tek bir kuramsal çerçeveye sığdırılabilmesi mümkün değildir. Avrupa bütünleşmesi süreci, bütünleşmenin biçimi, dönemi, içeriği ve düzeyine göre kendi kuramsal çerçevesini üretmiş; dönemsel olarak eskiye dönüşler yaşanabilse de üretilen kuramsal çerçevenin açıklamakta yetersiz kaldığı gelişmelerde karşıt kuramlar devreye girmiş; bu suretle ortaya çıkan yeni sentez kendisine meydan okuyacak nitelikte bir antitez ile karşılaşana dek tez görünümüne kavuşmuştur. Hem politika yapıcılar hem de Uluslararası İlişkiler araştırmacıları için adeta bir uygulama sahasına dönüşen Avrupa bütünleşmesi konusunda teori ile pratik birbirine paralel bir seyir izlerken halihazırda ciddi bir yazın oluşmuştur.

Avrupa bütünleşmesi sürecinin kuramsal çerçevesi, analitik görünümde olması açısından araştırmacılar tarafından dönemlere bölünerek incelenmektedir. İlk olarak, 2’nci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da yaşanan yıkımın sona erdirilmesi idealist bakış açısına sahip federalizm ve işlevselcilik kuramları öncülüğünde tartışılmıştır. Federalizm, büyük savaşlara neden olan ulus-devletlerin siyasal gücünün anayasal yollarla elinden alınmasını ve bu yolla kalıcı barışın sağlanacağını savunurken işlevselcilik adından da anlaşılacağı üzere barışa giden yolda gerekli koşulların siyasal değil teknokratik düzeyde sağlanacağını öngörmektedir. İki görüşün ortak yanı, ulus-devletlerin barışı sağlamada yetersiz kalışı olmakla birlikte ulus-devletlerin egemenliklerinin federal bir meclis, uluslararası ya da ulusüstü örgütlere devri konusunda politik ve teknokratik yönelim farklılıkları bulunmaktadır.

Söz konusu kuramların birbirine eklemlenmesi sonucunda yeni-işlevselcilik kuramı ortaya çıkmıştır. İçinde pragmatik ögeler barındıran, yalnız teknik düzeyde kalmayıp siyasal düzlemde de bütünleşme sahasının (sektörel ve coğrafi anlamda) genişlemesini sağlayacak olan yayılma etkisini analiz eden bir kuram olarak yeni-işlevselcilik AKÇT’den AET’ye giden yolu açıklaması bakımından 1950’lerden 1960’ların ilk yıllarına kadar literatüre damgasını vurmuştur. Buna karşın, 1960’larda AET nezdinde yaşanan “boş sandalye krizi” gibi olaylar, bu kuramı realist akımın ulus-devlet merkezli argümanları ile tahtından ederek hükümetlerarasıcılık yaklaşımının ön plana çıkmasına neden oldu. Uluslararası politika çerçevesinde ulus-devletlerin kendi ellerindeki yetkileri -ortak tehdit algısı haricinde- devretmeyeceğini iddia eden klasik realistlerden alçak-yüksek politika ayrımıyla ayrılan hükümetlerarasıcılık savunucuları, Avrupa bütünleşmesinin siyasal, ekonomik ve askeri değil teknik ve sosyal düzlemde mümkün olduğunu iddia etmişlerdir. İki kuram arasındaki mevcut durum 1980’lerin ikinci yarısına kadar varlığını korumuş, genel olarak soğuk savaşın sona yaklaşması ile birlikte yeni-işlevselcilik kuramı yeniden canlanmıştır.

Bu dönemde bahse konu iki kuramın tekeline karşı çağdaş olarak nitelendirilebilecek kuramlarca meydan okunmuştur. 70’lerden itibaren Avrupa bütünleşmesi, rasyonalist kuramlar olarak bilinen neo-realizm, liberal hükümetlerarasıcılık ve rasyonel-tercihli kurumsalcılık ile bunlara karşı olarak 80’lerin ikinci yarısından itibaren geliştirilen konsrüktivist (inşacı) kuramlar üzerinden açıklanmaya başlanmıştır.

Rasyonalist kuramlar pozitivist bir çerçeveyi benimseyen, normları ve idealleri bir yana bırakarak ulusal çıkarların önceliğini kabul eden, olanı açıklayan ve güncel sorunlara pratik çözümler bulmayı hedefleyen kuramlardır. Avrupa bütünleşmesini açıklayan üç temel rasyonalist kuramdan ilki olan neo-realizm, tümevarım yöntemini kullanan realizm gibi insan doğasının kötü olmasından ötürü uluslararası sistemin anarşi içerisinde olduğunu değil, uluslararası sistemin yapısal olarak anarşik niteliğinin devletleri Waltz’in bilardo topları örneğindeki gibi güç mücadelesine ittiğini iddia eder. Neo-realizme göre devletlerin dış politika bağlamındaki güç mücadelesine neden olan insan doğasının kötü olduğu varsayımı önyargı dolu ve a priori bir yaklaşım olduğu için yeterince bilimsel değildir. Klasik realizme benzer biçimde devletlerin güç dengesine ilişkin duruşları neo-realistlerle birebir aynı olsa da, (soğuk savaş koşulları göz önünde tutulduğunda) ortak tehdit algısına karşın uluslararası işbirliğine gitmek mümkündür. Fakat tam da bu nedenle neo-realist kuram, uluslararası sistemde anarşiye yol açtığı varsayılan soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte Avrupa entegrasyonunu açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Zira o zamana dek entegrasyona dâhil olan devletler politika alanlarında egemenliklerinden taviz vermişlerdir. Bu itibarla, soğuk savaş öncesinde Avrupa’daki bütünleşme sürecini normatif yaklaşımdan yoksun olması nedeniyle kısmen ifade edebilen neo-realizm, soğuk savaş sonrası dönemi açıklamakta oldukça yetersiz kalmıştır. Bu dönemde neo-realizm karşısında neo-liberal bakış açısı ile uluslararası sistemdeki yapısal anarşinin bertaraf edilebilmesi ve ekonomik refahın temini için devletlerin rasyonel davranan aktörler olarak öne çıktığı kabul edilmiştir. Yine neo-liberaller tarafından devletlerin yanı sıra bireyler, uluslararası örgütler ve diğer ulusal baskı gruplarını da uluslararası ilişkilerin aktörleri arasında kabul eden, alçak-yüksek politika ve iç-dış politika ayrımlarını yapmayan ilkeler öne sürülmüştür. Bu noktada, bir diğer rasyonalist kuram olarak liberal hükümetlerarasıcılık, neo-liberalizmin hükümetlerarasıcılık ile sentezinden meydana gelmiştir. Bu kurama göre devletler Avrupa bütünleşmesi sürecinde iç politikada liberal bakış açısı ile vatandaşlarının görüşünü dikkate alarak ulusal politikalarını oluşturmakta, hükümetlerarasıcı bakış açısı ile Avrupa’nın başkentinde egemen devletler olarak eşit koşullar altında pazarlık masasına oturmaktadırlar. Buna karşın, temel eksikliği Avrupa bütünleşmesi sürecinde ortaya çıkan uluslarüstü kurumsal yapının gözardı edilmesi olan kuramın, rasyonel-tercihli kurumsalcılık kuramının eleştirileri altında yeniden gözden geçirilmesi gerekmiştir.

Rasyonalist bakış açısıyla kurumsalcılık kuramının alt kategorilerinden biri olan rasyonel-tercihli kurumsalcılık ışığında yeniden tanımlanan liberal hükümetlerarasıcılık, devletlerin rasyonel mantık ekseninde hareket eden, fayda maksimizasyonu amacıyla kurumlara yetki devreden aktörler olduklarını kabul etmektedir. Bu revizyona rağmen yeniden tanımlanan liberal hükümetlerarasıcılık, rasyonel-tercihli kurumsalcılığın gerisinde kalmıştır.

Rasyonel-tercihli kurumsalcılık, pozitivist bakış açısıyla olanı inceleyen ve devletlerin rasyonel davranan aktörler olduğunu varsayan bir kuramdır. Buna göre uluslararası siyasetin esas birimleri olan devletler için maddi çıkarlar elde etmek üzere işbirliği yapmak mantıklıdır. Yine aynı mantık ile devletler, pragmatik ve pratik nedenlerle uluslarüstü kurumlar tesis ederek bunlara yetki devredebilir. Bu kurumlar, nitelikli çoğunluk gibi kurallar ya da kurumların yetki alanları kapsamında üye devletlerin hareketlerini dahi kısıtlayabilecektir. Amir-ajan analizinin kullanıldığı bahse konu kuramda amir üye devleti, ajan ise kurumları ifade etmekte olup ajanın devredilen yetkiyi kötüye kullanması riskine karşın komitoloji mekanizması kurulmuştur. Bu çerçevede rasyonel-tercihli kurumsalcılık Avrupa bütünleşmesini en başarılı şekilde açıklayan kuram olarak kabul edilmektedir. Diğer taraftan, söz konusu kuramın devletleri ön plana koyarak norm ve değerlere karşı kayıtsız olması konstrüktivistlerin eleştirilerinin odağındadır.

Uluslararası İlişkiler disiplini kapsamında 90’ların sonuna doğru öne çıkan ve normatif bir doğaya sahip olan konstrüktivizm, bu temelde yukarıda sayılan rasyonalist kuramların karşısında konumlanmaktadır. Bu karşıtlığın esas nedeni, pozitivist kuramların yapıyı materyal olarak görüp sabit kabul etmesi ve devlet ile yapı arasında etkileşimi yok saymasıdır. Konstrüktivistlere göre ajanın (devlet), yapı (kurumlar ve normlar) üzerinde etkisi olduğu kadar yapının dinamik (yani zamanla değişebilir) niteliği nedeniyle ters yönlü bir etkinin yaşanması da mümkündür. Yine bu kurama göre normlar ve kurumlar zamanla devletin (örneğin ırkçılığa karşı çıkmak gibi başlıklarda) kimliğini dahi belirleyebilecek iken rasyonalistler kimlik meselesini ihmal eder. Konstrüktivistler, Avrupa bütünleşmesini (ve eski sosyalist Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine genişleme sürecini) birey ve devletlerin tercihleri, çıkarları ve kimlikleri (ve nihayet davranışları) üzerinde değiştirici etkisi nedeniyle Avrupa’nın toplumsal inşası olarak algılamaktadır. Konstrüktivizm, eski doğu bloğu ülkelerinin Avrupa bütünleşmesine dâhil olmasının rasyonel nedenlerini göz ardı etmişse de rasyonel nedenler ile normların Avrupa bütünleşmesi konusunda oynadıkları rolü tek başına bir kurama mal etmek sağlıklı sonuçlar doğurmayacaktır.

Günümüzde Avrupa bütünleşmesinin istikbaline ilişkin muhtemel senaryolar kuramsal düzeyde homojenlik ve heterojenlik ayrımı üzerinden ele alınmaktadır. Homojen bir Avrupa, normlara dayalı ve konstrüktivist özelliklere sahip Kantçı ve Rousseau bir Avrupa federasyonu anlamında yüzyılların ütopyası olarak cazibesini korurken heterojen bir Avrupa, batı uygarlığının farklı ögelerinin çıkarlarının rasyonel düzlemde birbirine uyum sağladığı, kendine özgü ve eşi benzeri olmayan bir bütünleşme hedefidir. Heterojen Avrupa bütünleşmesi bağlamında her ne kadar nihai hedefler aynı olsa da daha dayanıklı bir bütünleşmenin gerçekleşmesi için ekonomik, sosyal vb. farklılıklar göz önünde bulundurularak üye ülkelerin üstlenebileceği taahhüt seviyelerinin farklılaşmasına müsaade edilmektedir.

Bütün bu bilgiler ışığında dinamik bir doğaya sahip Avrupa bütünleşmesinin ilk yirmi yılının daha çok yeni-işlevselci ve hükümetlerarasıcı kuramlar üzerinden, son yirmi yılının ise çoğunlukla rasyonalist ve inşacı kuramlar üzerinden açıklandığı yorumu yapılabilir. Ancak, gerek şu ana kadarki, gerek de gelecekteki Avrupa bütünleşmesi süreçlerinin bilimsel temellerde ele alınması için en makul yöntemin zamana ve koşullara göre analiz olacağı düşünülebilir.

30 Mart 2020 Pazartesi

Boyacı

Temmuz ayının sonlarına doğru bir öğle arası sonrasında Rıfat Bey memleketine bir kargo yollamak üzere en yakın şube olan ticaret odasındaki postane şubesine gitti. Üzerinden çıkarmadığı ter tutmaz fanilasına güvenle dört mevsimlik ceketini yine üzerinden çıkarmamaktaydı. Postane memurunun alış veriş yapmak üzere el ve eldekileri sokacak kadar araladığı camdan bağırsaklarına doğru kesif bir klima soğuğu vuruyordu. Rıfat yapay yele karşı vücudunu yan tutarak savunurken içerideki memura elindekini göstererek kargosu olduğunu gösterdi.

- Abi o kırılır. Poliüretan kutular var ya, onlara koyup getir.
- O kutulardan sizde yok muydu?
- Abi bizde sadece şu sarı torbalardan var.

Rıfat kısa bir süre kargosunu kırılmadan nasıl yollayabileceğini kurguladı. Bu esnada yan koridorda çay, tost ve fotokopi gibi ilave hizmetler sunan bir gıda büfesi gözüne ilişti. Postane memuruna "iki dakikaya gelirim sen işine bak" diyerek büfeye gitti. Ortamdaki tek takım elbiseli kişi olarak diğer müşterilerin daha fazla dikkatini çekmemek adına sıradan bir müşteri edasıyla sıraya girmişçesine bekledi. Herhangi bir bedel ödemeden büfeciden boş bir kutu talebinde bulunmayı kendine yediremediği için kutunun yanında gofret almaya karar verdi. Büfeci gofreti uzattı, kutuyu nasıl vereceğini düşünürken biraz homurdandı. Daha sonra "Şu olur mu?" dedi ve müşterisinin onaylar bakışını görünce onu da uzattı. Uzanan eliyle kâğıt parayı kaptığı gibi kasadan çil çil birlik madeni paraları avucuna boşalttı ve Rıfat'a tekrar uzattı. Rıfat büfeden uzaklaşarak kendini salonda bir köşeye attı. Elindeki kutuyu eklem yerlerinde kırarak içine cep telefonu koyulur hale getirdi. Kargonun üzerine yapıştırılacak küçük formdaki gönderici ve gönderilen bilgilerini tükenmez kalemle doldurarak postane memuruna verdi. Ücretini ödedikten sonra buradan da ayrıldı ve çıkışa yöneldi.

Çıkışta sağını solunu incelerken köşede eli boşta duran ayakkabı boyacısını gördü. "Hayırlı işler" diyerek boyacının yüksek taburesine oturdu ve sağ ayağını uzattı. Boyacı ne sesine karşılık vermiş, ne de bakış atmış idi. O an tır şoförleri, ayakkabı boyacıları ve bazı diğer meslek grupları mensuplarının kişilik özellikleri gereği çoğunlukla sıcakkanlı olmadığı ve müşterilerle ya da yakınındakilerle muhabbete yanaşmadığını bir kez daha düşündü. Hafta sonları özellikle iş için giyer olduğu ayakkabılarının bakımını yapar, onları sıklıkla cilalar ve boyardı. Fakat bazen belleğini tazelemek ve bakım işlemlerinin sağlamasını yapmak, biraz da boşta gördüğü ayak hizmet sunucularına kıyamadığı için üzere boyacılara başvururdu. "Neyse." dedi ve boyacının hareketlerini izledi. Adamın pabuçlarına fırçayı vuruşu, boyayı yayışı, Rıfat'ta bir çeşit ayak masajı hissi uyandırmaktaydı. Sırf bunun için insanlar ayakkabılarını arada sırada boyatmalıydı.

Pabuçların boyası bitip parlatma aşamasına geçildiğinde, etrafta büyük el arabaları ile iki kadın temizlik görevlisi belirdi. Kadınlardan biri boyacıya yaklaştı, aynı anda boyacı cebindeki rulo halinde küçük boy siyah çöp torbalarından bir adedini kopararak kadına uzattı. Kadın bir iki dakika sonra dilim ekmek dolu olarak torbayı getirdi. Boyacı torbayı yanına koydu, fakat bunu gören kadın "Günah olur, yere koyma!" diye seslense de boyacı oralı olmadı ve eliyle kadının uzaklaşmasını işaret etti. Adamın tavırları, Rıfat'ta hiç şaşkınlık yaratmamıştı. Yalnızca var olan kişilik yapılarının daha çok yer edişine bir kez daha tanık oluyor, durumu daha derinden kanıksamaya çalışıyordu. Parlatma işlemi de tamamlanınca boyacı bir anda kafasını kaldırdı ve "hebe hebe" benzeri sesler çıkararak ekmeklerle ilgili bir şikâyetini dile getirdi. Rıfat yutkunarak az önceki düşüncelerinin bir vazo gibi yere çarparak dağıldığını hissetti. Başını iki kere öne eğerek adamı onayladı ve önce ayakkabılarını gösterip hemen ardından beş parmak ucunu birleştirerek "güzel oldu" manasıyla elini adama salladı. Nihayetinde cebinden bir beşlik çıkarıp adama uzattı. Adamın gülen gözlerine bakarak el salladı ve arkasına dönmeden yoluna gitti.

Giderken kafasında bir soru peyda olmuştu. Bütün tır şoförleri ve ayakkabı boyacıları gerçekten aynı mıydı?

26 Temmuz 2016

10 Haziran 2019 Pazartesi

Nathalie Clayer'in "Mystiques, État et société" adlı kitabında Kripto-Müslümanlara ilişkin bölüm (EN-FR)

Regarding the role of "şeyh" halvetis in Islamization, none of the sources refer to it, except for the testimony of İsmail Fenni Bey about the şeyh Ömer Efendi, a halife of Kuşadalı İbrahim Halveti, who had been sent in the middle of XIX century to Tarnovo (in Bulgarian territory) to spread the teachings of Şabaniyye branch of Halvetiyye. This testimonial is reported as follows by O.Ergin:

In Tırnova, in a short time, Sheykh Ömer Efendi formed a prosperous circle and not only did he gather around him many people who were able to guide and enlighten (the others) and who were in love with God's desire, but he also caused the conversion to Islam of many people among Christians and Jews. There was also someone named Marko among them. This man, who was the town's doctor, had good relations with the Muslims and even served them well at this time of rebellion and violence of the Bulgarians. People called this kind of characters: "those who have a secret religion" (gizli din taşır). This service that Marko did not escape the eyes of Sheykh Ömer Efendi, one day he said to his "mürid" Ahmed Amiş Efendi:
- “Ahmet”, he said, “it is said that Marko fell ill. Go visit him on my behalf, ask him how he is doing and give him that note.”
Obeying this order, Ahmet Amiş Efendi left and returned to Marko. After inquiring about his state of health, he gave him the note. Marko opened it immediately and seeing inside the şahadet (Muslim profession of faith) written, he said: We have long believed in this!
He died a week later.
Sheykh Ömer Efendi, who had heard the news of his death, called again his mürid, Ahmet Amiş Efendi, and said to him:
- Marko is dead. Go to his funeral from me!
On this order, Ahmet Amiş Efendi went to attend the funeral ceremony. But knowing that, in a Muslim environment like Tırnova's, the fact that a turbaned "hoca" participates in the funeral of a Christian, moreover, with popes, would not be well received by Muslims, he followed the procession for a while. At the same time, wanting to follow the orders of his "şeyh" to the letter, he forced himself to take part in the ceremony and to wear Marko's coffin for a few steps. At a time when the cortege was approaching the church, he said to a pope who was next to him:
- He was a very good man, I too would like to perform my last service!
The pope told him to address his superior who was in front, which he did. The latter having granted him permission, he passed under the coffin, carried it for a moment and, in this way, he followed the orders of his "şeyh".

According to this account, sheikh Ömer Efendi was therefore at the origin of the conversion and Jews and Christians to Islam. These converts, many according to the witness, belonged to various social strata: among them, there were, in particular, a coachman and a doctor. But this testimony also reveals the sometimes secret character of this conversion (gizli din taşır).
In other words, it reveals the existence of crypto-Muslims. It is a fact that, if there were conversions, it should not be easy to display them in the tense context of the time between Muslims and non-Muslims, which is also emphasized in the text.
The situation was naturally very different in other parts of the Peninsula, where the conversion of local populations to Islam was a much larger phenomenon, as in Bosnia, Crete and especially in Albania. If it can be supposed that the Sheykh halvetis implanted in these regions contributed, like Ömer Efendi (and even more), to this Islamization, there is unfortunately no source, no evidence support this assumption. It is nevertheless a central problem, for who wants to understand the history of these regions in the XVIII and XIX centuries.

---

En ce qui concerne le rôle des "şeyh" halvetis dans l'islamisation, aucune des des sources n'y fait allusion, excepté le temoignage d'İsmail Fenni Bey au sujet du şeyh Ömer Efendi, halife de Kuşadalı İbrahim Halveti, qui avait été  envoye vers le milieu du XIX siecle a Tarnovo (en territoire bulgare) afin d'y répandre les enseignements de la branche Shabaniyye de la Halvetiyye. Ce témoignane est rapporté comme suit par O.Ergin:

A Tırnova, en peu de temps, Sheykh Ömer Efendi forma un cercle prospère et, non seulement il rassembla autour de lui beaucoup de gens capables du guider et d'illuminer (les autres) et épris du désir de Dieu, mais il causa asussi la conversion a l'islam de nombreuses personnes parmi les chretiens et les juifs. Il y avait également parmi eux quelqu'un qui s'appelait Marko. Cet homme, qui était le médecin de la ville, avait de bons rapports avec les musulmans et même leur rendait bien service a cette époque de rébellion et de violence des Bulgares. Les gens appelaient ce genre de personnages: "ceux qui ont une religion secrete" (gizli din taşır). Ce service que rendait Marko n'ayant pas échappé aux yeux de Sheykh Ömer Efendi, un jour, il dit a son "mürid" Ahmed Amiş Efendi:
- Ahmet, dit-il, on dit que Marko est tombé malade. Va lui rendre visite de ma part, demande lui comment il se porte et donne lui ce mot.
Obéissant a cet ordre, Ahmet Amiş Efendi partit et rendit a Marko. Après s'être enquis de son état de santé, il lui remit le mot. Marko l'ouvrit immédiatement et voyant qu'a l'intérieur était écrite la şahadet (profession de foi musulmane), il dit: Depuis longtemps, nous croyons en cela!
Il mourut une semaine plus tard.
Sheykh Ömer Efendi, qui avait appris la nouvelle de sa mort, appela une nouvelle fois son mürid, Ahmet Amiş Efendi, et lui dit:
- Marko est mort. Va a son enterrement de ma part!
Sur cet ordre, Ahmet Amiş Efendi partit assister a la ceremonie funèbre. Mais sachant que, dans un milieu musulman comme celui de Tırnova, le fait qu'un "hoca" enturbanné participe a l'enterrement d'un chrétien, qui plus est, avec des popes, ne serait pas bien reçu par les musulmans, il suivit pendant quelques temps le cortège de loin. En même temps, voulant suivre a la lettre les ordres de son "şeyh", il se força a prendre part a la ceremonie et a porter, serait-ce pour quelques pas, şe cercueil de Marko. A un moment ou le cortege se rapprochait de l'église, il dit a un pope qui se trouvait a côté de lui:
- C'était un homme très bon, moi aussi je voudrais accomplir mon dernier service!
Le pope lui dit de s'adresser à son supérieur qui était devant, ce qu'il fit. Celui-ci lui ayant accordé la permission, il passa sous le cercueil, le porta un moment et, de cette façon,  il suivit les ordres de son "şeyh".

D'après ce récit, le sheykh Ömer Efendi aurait doc été a l'origine de la conversion et de juifs et de chrétiens, a l'islam. Ces convertis, nombreux au dire du témoin, auraient appartenu a des couches sociales diverses: parmi eux, on trouvait, notamment, un cocher et un medecin. Mais ce témoignage révele aussi le caractere parfois secret de cette conversion (gizli din taşır).

En d'autres termes, il revele l'existence de crypto-musulmans. Il est un fait que, si conversions il y avait, il ne devait pas être facile de les afficher dans le contexte tendu de l'epoque entre musulmans et non-musulmans, que souligne également le texte.

La situation était naturellement tres différente dans d'autres régions de la Péninsule, ou la conversion des populations locales a l'islam fut un phenomene de baucoup plus grande ampleur, comme en Bosnie, en Crete et surtout en Albanie. Si l'on peut supposer que les Sheykh halvetis implantés dans ces régions contribuerent, a l'image de Ömer Efendi (et même encore davantage), a cette islamisation, on ne dispose malheureusement d'aucune source, d'aucun témoignage qui permettent d'étayer cette supposition. Il s'agit la pourtant d'un probleme central, pour qui veut comprendre l'historie de ces régions aux XVIII et XIX siecles.


24 Nisan 2019 Çarşamba

Türk İnkılabı Üzerine - Vestfalya ve Çaldıran'dan Çıkarılan Dersler

18-24 Nisan 2019 

Türk inkılabının neden bir türlü (başarıyla) sonuçlanmadığı tartışması hala toplumsal yaşamımızda geçerliliğini korumaktadır. Bu tartışmanın birkaç ekseni olduğu iddia edilmekle birlikte, düşünsel boyutu bizi ilgilendirmektedir. Bu yazı, Türk inkılabının zaman zaman sekteye uğramasının sonuçlarını, batıdaki örnekleriyle mukayeseli olarak tartışmakta ve milletlerin çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmasının koşullarını değerlendirme amacı gütmektedir. İnkılapçılığın seyri ve dönüm noktaları başlığı altında Türk islam uygarlığı ile batıda 17. yüzyılda yaşanan gelişmeler değerlendirilecek ve bu bağlamda iki dönüm noktasına dikkat çekilecektir.

Öncelikle bazı tanımlamalara ihtiyacımız var. Bilinen anlamıyla Türk inkılabı, cumhuriyet dönemi için kullanılmakta olan idari ve toplumsal yeniliklerin genel adı olup başta Atatürk olmak üzere birçok devlet büyüklerince dar anlamıyla kullanılmıştır. Geniş anlamda Türk inkılabı ise, Türklerin tarih boyunca zamanın ruhuna üstün veya denk bir çizgide gösterdiği idari ve toplumsal gelişimlerin genel adıdır. Devlet büyüklerinin 2023 hedefleri vizyonunu ortaya koyması, daha sonrası için 2053 ve 2071 gibi projeksiyonlardan dem vurması, inkılapçılığın ruhu itibariyle durağan olmaması, biten bir şey olmaması ile alaka olduğundan tutarlıdır. Bu gerçekten yola çıkarak millî bir inkılabın başarıyla sonuçlanmasından değil ancak başarıyla sürdürülmesinden söz edilebilir.

İnkılabın etimolojik kökeni de bize bazı ipuçları sunmaktadır. Canlıların üzerinde yaşadığı tek gezegen olarak dünyanın bir kalbi vardır. Kentlisi ve kırlısı ile Anadolu insanınca yüzyıllar boyunca özümsenmiş inanca göre âlem her an yeniden yaratılmaktadır. İnkılab ise, klb kökünden olup Arapça'da yürümek manasına gelir. Nitekim kalp de yürektir, yani istemsiz bir kas olarak ölüm anına dek durmayan bir organdır. Bu benzetmeden anlaşılacağı üzere inkılap, her an olmakta olandır. Bu açıdan nasıl ki kalbin çalışırken duraklaması beklenmez ise, inkılaptaki duraklama adeta ölümü çağrıştırır ve inkılabın yokluğunu derinden hissettirir. Bir yarışmada birinciliği korumak, birinciliğe yükselmekten muhakkak ki daha zordur. Çünkü birinciliğe yükselirken rakip başka unsurlar iken birinciliği korumak rakip kişinin ancak kendisiyle mücadelesiyle olur. Bu da, eski alışkanlıkların, eski diyarların ve eskiyen ne varsa onun terkedilmesinin yanı sıra çürümenin ve mağlubiyetlerin kabulü ile yaşanır. Kısacası inkılapçılık, dışarıdan gelen yıkıcı eylemler kadar özyıkımı da gerektirir.

Mevcut her millette olduğu üzere Türk inkılabı da esasen Türklerin tarih sahnesine çıkışından bu yana süreklilik arz etmekteydi. Uygurların medeniyete katkıları, Talas savaşı, Satuk Buğra han ve Karahanlıların islamiyeti kabulü, sonrasında Selçukluların Anadolu'yu fethi, Osmanlı'nın imparatorluğa giden yoldaki egemenliğinin genişlemesi, İstanbul'un fethi, barutlu silahların ve büyük topların kullanımı ve daha sayamadığımız birçok atılım Türklere ait inkılaplar niteliğindedir. Evet, Türkler çok yer değiştirdi, diğer modern milletlere kıyasla daha yakın bir tarihte tek tanrılı ve semavi bir inanca girdi, gittiği ve kaldığı coğrafyalarda çok devlet kurdu ama bir o kadar da devleti tarihe gömdü. Bu açıdan Türk tarihi son derece hareketlidir ve yenilikçi bir seyir izlemiştir. Bu inkılapçı tavır gerek iç gerekse dış dinamikler nedeniyle yüzyıllar boyunca elbette çizgisel bir gelişim göstermedi fakat olumsuz manada ciddi bir sapmaya da uğramadı.

Türk tarihinde önemli yere sahip olan Moğollar ile Kösedağ savaşı ve Timur’un Ankara savaşı gibi örnekler, inkılapçı tavrı bozguna uğratamamıştı. Çaldıran savaşı bu açıdan bir dönüm noktası oldu. Türk inkılapçılığı, bu iki büyük Türk hükümdarının çatışması nedeniyle paradigma değişimine uğradı. İslam âlemini bölen Safevî Devleti'nin kurucusu Şah İsmail’in meydan okuyuşuna karşı koymak üzere Yavuz Sultan döneminde ele geçirilen ve akabinde saltanatla çiftleştirilen hilafet, Osmanlı'nın maddî ve manevî yenilikçiliğine ağır bir ket vurarak Türk inkılabında adeta kırılıma neden oldu. Sultan Selim her ne kadar Mekke ve Medine’nin hizmetkârı olarak hilafet hırkasını giymişse de bu bir nevi din savaşı, Fatih döneminde ortaya çıkan Osmanlı hükümdarının Türk hükümdarı olarak hem Han, hem de Batı uygarlığının hükümdarı olarak Roma imparatoru olduğuna dair bakış açısını sekteye uğrattı. Bu kırılım, islamın yegâne temsilcisi Devlet-i Âliyye’yi islam dünyasında otorite haline getirmekle birlikte Osmanlı saltanatının çığır açıcı zihniyetini kısırlaştırdı. Kanunî döneminden sonra, Sarı Selim’den başlayarak Osmanlı sultanları savaşa gitmeyi kesince toplum ile sarayın ruhanî irtibatı tümden koptu. Padişah kendini ayrı bir dünyaya hapsederken tebaa da yavaş yavaş Asyatik kaderine terk edildi. Sonuç olarak Türk inkılabının biricik mümessili Osmanlı ne teknoloji, ne bilim, ne de maliye alanında medeniyet üretemez oldu. Dar anlamda askerî, geniş anlamda her türlü yerli bilimsel ilerlemedeki duraklama, hakikatin değil şeklin ön plana çıkarıldığı selefî zihniyetin yükselişi ile birbirini beslediği için asker de ulema da dar-ül harbe nazaran gerilemeye koyuldu. Yakın zamanlı olarak, 1648 yılında, Avrupalı devletçikler onyıllar süren mezhep savaşlarından ve dökülen kandan bıkmış olarak Almanya’nın Vestfalya kentinde bir barış görüşmelerini tamamlamıştı. Doğudaki gelişmelerin aksine, Vestfalya barışı ile zaten sembolik olan ve Vatikan’ın güdümünde bulunan Kutsal Roma Germen İmparatorluğu yüzlerce egemen parçaya ayrılacak (bu da zamanla ulus devlete giden sürecin önünü açacaktır), şekilsel özellikleri öne çıkan mezhepsel çatışma yerini barışa ve (yerel) inanç serbestisine bırakacak, Papa’nın uluslararası anlaşmalara müdahil olmasının önüne geçilecek, böylece laik ve çağdaş bir devlet yönetimi mantığı yerleşecek; devlet, iktidar, uluslararası hukuk ve savaş ahlâkı kavramları modern anlamda tartışmaya açılacaktı. Batıda şekle olan itibar yerini hakikat arayışına bırakacağı için “Allah katında saklı olan” ilimlere ulaşmanın önündeki engeller ortadan yavaş yavaş kalktı. Aynı zihniyetin ürünü olarak sanayi devrimi gerçekleşti, burjuva sınıfı ile kapitalist üretim sistemi ortaya çıktı, modern anlamda bankacılık ve çok uluslu şirketler yayılmaya başladı.

Batı’da bu gelişmeler yaşanırken; gaza inancına sahip, imanı tam, ahi ve sufi geleneğinden beslenen Osmanlı coğrafyasının zihin dünyasını güdükleştirmek pahasına çıkarlarını korumak üzere saraya yakın konuşlanan, fiziken ve kültüren üretmeyi çoktan unutmuş çevreler olan biteni izlemeye bile tenezzül etmemişti. Çıkarlarını korumak uğruna selefi fikriyatı kullanan aristokratlar, valide hatunlar, çeşitli ulema ve yeniçerilerden oluşan bahse konu çevrelerin yanıltıcı faaliyetleri devletin güç ve itibar kaybına esas teşkil eden kaynakların başka yerlerde aranmasını sağlayarak payitahta geçici olarak zaman kazandırmışsa dahi sorunların onyıllar içerisinde kronikleşmesine vesile olmuştu. Birkaç padişah ve sadrazam bu gerçekleri görmeye çabalasa dahi çıkarları zedelenecek olan söz konusu çevre hakikatin üzerini güçleri yettiğince örtmüş, gerektiğinde devletin başını gövdesinden ayırmakta gözünü dahi kırpmamıştı. İnkılap yolunda yalnız kalan Genç Osman gibi kayıplar verilse de birçok padişah sorunlara ithal yöntemlerle çözüm bulmaya çalışmış fakat kaynağına inememişti. Diğer taraftan Koçi Bey gibi uzlaşmacı devlet adamları evrimsel yöntemlerle idari sistemde kısmî tamirat çalışmalarını sürdürmüştü. Nihayet kendini sırça köşküne hapsolmuş bir padişahtan çok yenilikçi bir bürokrat gibi hisseden Sultan II. Mahmud bu reformları paket olarak art arda ele almayı başardığında İmparatorluk özellikle askerî, idarî ve iktisadî açılardan uzun süredir birçok Avrupa ülkesinin gerisine düşmüştü.

Sonuçta birbirine kılıç çekmiş iki ayrı âlemin mensupları Avrupalılar ve Türkler, medeniyet mücadelesinde Vestfalya ve Çaldıran gibi dönüm noktaları ile birbirleriyle adeta yer değiştirmişti. Diyaneti yüzyıllarca çıkarları uğruna tahrif etmiş, çoğunlukla şekilsel yanını yorumlayarak barbar bir yaşam süregelmiş Avrupa toplumu, Türk ve islam dünyası ile hâlihazırda keşfettiği yenidünyadan öğrendiği kültürel kodları kendine aşılayarak medeniyet üretmeye, sonrasında ise pazarlamaya başladı. Üreten batının zenginliği arttıkça doğuya maddi ve manevi fark atmaya başladı. Bu durumda güçlenen batılı aktörler, doğu dünyasına girişin kapısı ve islamın sancaktarı Osmanlı'nın huzurunu günden güne daha fazla tehdit etmeye başladı. Bu da Bab-ı Ali üzerinde artan miktarda entelektüel bir baskıya neden oldu. II. Mahmud’dan itibaren yer yer sekteye uğrasa da halkına bir miktar yabancılaşarak sivrilen subaylar ve devlet adamları tarafından reform faaliyetleri sürdürüldü. Arayış içinde geçen onyıllar, adalet, eşitlik ve demokrasi gibi batılı kavramlar ile iç içe üç tarz-ı siyasetin denenip ideolojik hüsranlar ile sonuçlandı.

Elde kalan tek makul ve çıkar yol olarak ulus devlete giden süreçte, modern anlamda Türk inkılabının başladığı zamandan bu yana asker ve sivil bürokrat zihniyetince halka dayatıldığı görülecektir. Osmanlı bakiyesinin büyüklüğü ve Toplum içinden çıkan bir kısım üstün gayretli neferin yönlendirmesiyle Türk dünyasının önder ülkesi Türkiye, hiçbir zaman dibi görmedi ve tam bir sömürge olmadı. Bu durum övünç kaynağı olmakla birlikte Türk inkılabının olumlu yönde paradigmatik bir kırılıma uğramasına da müsaade etmedi. Bu sebeple modern çağda inkılapçılığımız ufak tefek tadilatlar ile yaşamını sürdürmüş, hiçbir zaman sıfırdan bir inşaata girişememiştir. Bu süreçlerin başarısı(zlığı), devrimlerin halkın nazarında özümsenmesine bağlıdır. Halk yeniliklerden alacağını almış, aklına yatmayan kısımları kusmuştur. Neredeyse ikiyüz yıllık bir hesabın bakiyesi olarak geldiğimiz noktada inkılaplar zoraki niteliği ve yaşattığı doku uyuşmazlıkları nedeniyle yarıda kalmıştır. Her ne zaman yenilik fidanları halk için, halka rağmen, halk dışından getirildi; dikildiği toprakta karşılık bulmamış, er geç kökleri kurumaya ve dikildiği toprağını kısırlaştırmaya mahkûm olmuştur.

Anlaşılıyor ki, illa dibi görmeyi beklemeden her türlü inkılabı, “hakikaten manipüle etmeden” yapmak zaruri olup yenilikler halk için, halka göre ve halk tarafından bizzat istenerek hayata geçirilmelidir. Her bir kodun kaynağı belli çözümleri gerektirir. Burada “halk için”den kasıt Türk inkılabının önündeki engellerin yok edilmesi ve bir daha Çaldıran benzeri iç çatışmaların yaşanmaması adına kendine özgü Vestfalya sisteminin kurulması, “halka göre”den kasıt ise Türk inkılabının kalibrasyonu için milliyet, islamiyet ve küreselleşme üçgeninde bir konumun esas alınmasıdır. “Halk tarafından” derken merkezden yerele kadar çarpıtmasız, çağın gerekleri ve imkânları arasında bir ahenk ile halk egemenliğinin teşekkülünün zorunluluğu tanımlanmaktadır. Bu doktrinin geçerliliği ve tek yol olduğu er geç kabul olunacaktır. Zira uygarlık yolunda hiçbir milletin başka seçeneği yoktur. Türk inkılabı ancak o zaman sürekli olabilir. 

2 Kasım 2018 Cuma

Siyasal alan için çıkış yolu: Doğrudan Demokrasi’yi yeniden kurgulamak

1 Kasım 2018

2000’li yıllarda insanoğlu yeni bir devrim ve onun getirisi olan yeni kavramlar ile karşılaştı. Bilgi teknolojilerinde bir devrim olarak nitelendirilen bu yenilik, yanında internet adıyla bir kavramı hayatımıza soktu. Aslında bilginin dolaşımı ve paylaşımına ilişkin teknolojiler, sanayi devriminden sonraki yüzyıllarda ivmesini arttırarak gelişimini sürdürmekte idi. Fakat 90’lı yıllar ve devamında 21’inci yüzyıl, bilginin dolaşımı için  bir dönüm noktası oldu ve internet kavramı insanların hayatına girer girmez sihirli dönüşümlere neden oldu.

Ülkemizde ise 2000’li yıllara girerken siyasal ve ekonomik alanda çeşitli sıkıntılar varlığını sürdürüyordu. 2001’de yaşanan ekonomik kriz, insanların işsiz kalmasına ve birçok bankanın batmasına neden oldu. 2002’den sonraki süreçte tek başına iktidar ve muhalefetten oluşan iki partili meclis, Türkiye’nin gerek ekonomik krizin olumsuz etkilerinden kurtularak büyümesi, gerek modernleşmesi bakımından başarılı bir şekilde yönetilmesini sağladı. Sonraki dönemlerde meclise daha çok parti girmesine rağmen iktidar yönetimini önemli bir aksaklık yaşamadan sürdürdü. Bununla birlikte, ülkemizi çok etkilememiş olsa da uluslararası ekonomik sistemin küreselleşen yapısı nedeniyle ileriki yıllarda ülkemizi daha çok etkileyecek olan 2008 Ekonomik Krizi, Suriye iç savaşının patlak vermesi ile ortaya çıkan mülteci krizi, sonraki yıllarda art arda gelecek iç ve dış kaynaklı konjonktürel siyasal ve ekonomik boyutlu diğer sorunlar genel olarak iktidar ve idarenin kendini dönüştürmesine neden oldu. Özellikle iktidar kanadı, hızlı ve isabetli karar alma süreçlerini işletebilmesi sayesinde bir şekilde sorunlarla başa çıkmayı başardı ve belki de Türkiye’de siyasal alanda kendini kendini en iyi dönüştüren kurumların başında olageldi. Bununla birlikte siyasal alan içinden iktidara yakın düzeyde dönüşebilen bir muhalefet çıkaramadı ve muhalefetin yetersizliği siyasal alanda iktidarın yalnız ve rakipsiz kalmasına neden oldu. Vatandaşın nabzını tutmak adına sokağa inen çeşitli sektörlerden uzmanlar, mecliste temsil edilen muhalif partilerin büyük oranda seçeneksizlik nedeniyle meclisteki temsil gücünü ellerinde bulundurduğunu, bununla birlikte söz konusu muhalefetlerin iyiden iyiye kısırlaştığını çoğu ortamda ifade ettiler. Sözde demokrasi yanlısı muhaliflerin kendini yenileyememe ve dönüştürememeleri nedeniyle kısırlaşması sorununun kaynağı öncelikle kendi içlerinde temsili demokrasinin yetersizliğinden ve işlevsizleşmesinden ileri geliyordu. O halde başta muhalif siyasal partiler olmak üzere siyasal alanın tamamında bazı köklü değişikliklerin yapılmasının vakti çoktan gelmişti.

Demokrasi ile yönetilen her ülkenin geçmişi zorluklar ile doludur. 19’uncu yüzyıldan itibaren yavaş yavaş monarşiden vazgeçip demokraside karar kılan ülkelerde halk egemenliğini temsilciler aracılığıyla kullanmak dünya siyaseti için büyük bir gelişme sayılıyordu. Oysa ki çağımızda halk egemenliğinin temsilî olarak tecrübe edilmesinin hiçbir manası kalmamıştır. Gazete kuponları ile satın alınmış ve tozlu raflarda eskimeye yüz tutmuş  ansiklopedilerle eş zamanlı olarak temsilî demokrasinin geçerliliği günden güne yok olmaktadır. 2000’li yılların teknoloji ve bilgi çağı olarak adlandırılması boşuna değildir. Siyasal tercihlerin etkin olduğu hayatın her alanında temsilî demokrasinin modası geçmiş, geçerliliği yok olmaya yüz tutmuştur. Ülkemiz özelinde makroekonomik bakımdan orta gelir tuzağından sıyrılamamanın kaynağında dahi temsilî demokrasi kurumunun etkisinin olduğu tartışılabilir. 

Günümüzde temsilî demokrasinin halen yaşamını sürdürebilmesi, çoğu vatandaşın olumlu ya da olumsuz anlamda siyasal alandan uzaklaştığını, payına düşen ekonomik ve sosyal refahı bir şekilde kabullendiğini, siyasal yaşama dahil olmayı adeta bir külfet olarak gördüğünü göstermektedir. Bu bakımdan dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi ülkemizde de vatandaşların konformizm ile bir çeşit edilgen liberteryenizm terkibiyle yaşamlarını sürdürdükleri düşünülebilir. Öte yandan temsilî demokrasi, düşünen ve kendi hayatlarında kısa ve orta vadede değişim görmek isteyen vatandaşların siyaseten umutsuzluğa kapılmasının en büyük kaynağıdır. İktidarın rekabetsizlikten kendisini rakip olarak görüp kendi kendini dönüştürdüğü bir ülkede muhaliflerin kendini sorgulaması gerekir. Paralize olmuş, üretkenliği soru önergelerine hapsolmuş muhalefet partilerinin hareket yeteneği kazanabilmesinin yolu, partilerin silkinip kendini yeniden yapılandırması ve doğrudan demokrasiyi yeniden tanımlamasından geçmektedir. Bu, muhalefetin destekçilerine karşı olduğu kadar genel anlamda toplumun geneli ve siyasal yaşamın bütünü için bir yükümlülüğüdür. Nitelikli bir muhalefet, hem kendisine, hem temsilcisine, hem de iktidara yarar sağlayacaktır.

Eski Yunan’da neredeyse haftada bir toplanan Kent Meclisleri halkın demokratik katılımı için başarılı bir örnekti. Bugün “Kent Meclisi” denildiğinde ufak tefek kentsel sorunlara ilişkin görüş bildiren, hemşehricilik bilincinin geliştirilmesine katkıda bulunan, sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı destekleyen, 5393 sayılı Belediye Kanununa göre kurulan Kent Konseyleri gibi resmî yapılar ile seçim zamanlarından birkaç ay önce sosyal medya üzerinden örgütlenerek mahallelerin büyük parklarında ya da kültür merkezlerinde toplanılarak sorunların görüşüldüğü, ortak taleplerin ortaya konulduğu gayriresmî yapılar akıllara geliyor. Demokrasi, 2000’li yıllarda eğitim seviyesinin ve teknolojinin geldiği nokta itibariyle artık Kent Meclisleri gibi yapılarla yerel yönetime hapsolamayacak kadar sınırları genişlemiş, dijitalleşmesi için önünde engel kalmamış ve yeniden tanımlanmaya muhtaç bir kavrama dönüşmüştür. Günümüzde dijital manada doğrudan demokrasi, elektronik oylama yöntemi ile ABD, İsviçre, İtalya, Estonya gibi bazı ülkelerde futbol kulüplerinin delegeleri, üniversite senatosu üyeleri, yerel yönetim temsilcilerinin seçimi ve referandumları gibi çeşitli alanlarda uygulanmaktadır. Ülkemizde elektronik seçimin yaygınlık kazandığı bir alan olmamakla birlikte e-devlet uygulamasının, internet bankacılığının ve e-ticaretin kapsamının güvenli bir şekilde ve hızla genişlediği dikkate alınırsa, vatandaşların teknolojik altyapı ile desteklenen, çağdaş ve doğrudan demokratik yönetime sorunsuzca ve süratle uyum sağlayacağını düşünmek yanlış olmayacaktır.

Sosyal bilimlerde tek bir doğru olmadığı gibi siyasal görüşler ve tavırlar tercihe dayanır. Fakat gelinen teknoloji itibariyle siyasal ve yönetsel süreçlerin işleyişinin elektronik imkanlar kullanılarak yeniden kurgulaması tercih meselesinden çok kaçınılmaz bir sonuçtur. Tercihin, doğal olarak teknik konular dışında kalan siyasal karar alma süreçlerinde işlemesi beklenir. Elbette temsilî demokrasiden dijital tabanlı doğrudan demokrasiye geçişte teknik altyapı kurularak işlerlik kazanana değin süreç pilot bir uygulama ile geçirilmeli, genişlik ve derinlik bakımından belirli sektörlerle sınırlı tutulmalı ve esnek olmalı; olumlu sonuç alındıkça kapsam ve derinlik arttırılarak geçiş tamamlanmalıdır. Bu, halkın çeşitli konularda ne tür isteklerinin olduğunu doğrudan yansıtacağı için önem arz etmektedir. Bu sayede oylama, sayım vb. bakımından süreler kısalacak, seçim sistemleri daha demokratik bir boyut kazanacak, siyasal oluşumların çalışmaları ivme ve istikrar kazanacak, deneyimlenen kısırlık ve hantallık bu yolla aşılabilecek; söz konusu devrim niteliğindeki gelişme siyasal yaşamı tümüyle dönüşüme zorlayacaktır.  Başta muhalefet partilerinin, yerel yönetimlerin, dernek ve kulüplerin üye seçimi, gündem belirleme, yönetişim ve karar alma gibi konularda kaynaklarını doğru kullanarak etkinlik ve verimlilik sağlaması, doğrudan demokrasiyi günümüz koşullarında değerlendirerek hayata geçirmelerine bağlıdır. Bu nedenle zoru başararak kadınlara seçme ve seçilme hakkını gelişmiş ülkelere görece çok erken veren, e-devlet sistemini kısa sürede ve sağlıklı bir şekilde hayata geçiren ülkemizin her türlü siyasal alanda doğrudan demokrasiyi hayata geçirmesi mümkün ve acil bir gerekliliktir.