19 Şubat 2021 Cuma

Müge Anlı'nın TV Programı ve Modern Türk Toplumunun Ahlâkî Yapısına Dair Bazı Görüşler

Doğan Cüceloğlu'nun vefatı üzerine, kendisinden geride kalan ruhbilimsel mirastan çıkarabileceğimiz toplumbilimsel bir konu bulunmaktadır. Söze başlamadan, isabetli değinmeleri nedeniyle ekşisözlük yazarı isolde'nin konuya ilişkin "müge anlı ile tatlı sert" başlığındaki girdisini paylaşıyorum:


isolde adlı yazar bu girdisinde bazı noktalara vurgu yapar. Örneğin: "farkında olmasanız da, en kalabalık metropolün en kalabalık noktasında küçük yerde olduğunuzdan daha fazla güvendesiniz." der; "uzunca bir zamandır kentleşmenin beşeri insana çeviren" en önemli unsurlardan biri olduğu iddiası göze çarpar. Yazıda devamla mahalle denilen küçücük birimden niceliği dünyadan daha büyük kötülüklerin çıkabilmekte olduğu, "meşgalesizlik ve cehaletin kimyasal silahtan bile daha çok can alabileceği", "...çünkü kasaba dediğimiz yer, şehirle köyün arasında bir yerlerde, ekonomisinin çoğu içsel, işi az, kadın istihdamı yerlerde, özellikle bizimki gibi mazoşist muhafazakar, yani kendi yaratmadığı bir kültürü devrişerek acı veren bir muhafazakarlık içinde kalmış toplumlarda hasetliğin, dedikodunun, fitneciliğin gırla gittiği, çok fazla boş vakitten kalan enerjinin bir alman kasabası gibi hobilerle sporla atılamadığı için sapıklığa dönüştüğü, cinsel gerilimin akşamları yakılan sobalardan çıkan is kokusu gibi havada öylece durduğu bir gayya kuyusudur." gibi sert tespitlere yer verilir. Yazar için, "büyük şehrin sosyal kurallarının ehlileştiriciliği" birçok hayat ve toplum için kurtarıcı rolü taşır.

Modern Türk toplumunun en büyük ve kitlesel sıkıntılarının başında, yine yazarın cümlesiyle ifade etmek gerekirse, "insanlar kendi maruz kaldıkları pislikler ortaya çıkmasın diye pisliği yapanı savunabilirler." olgusu yer alır. Fizikî ve ahlâkî bakımdan "iyi" kavramı yaşamı sekteye uğratmayan unsurlar bütünü olarak kabul edilirse, bu toplum kategorisi içerisinde yer alan herkes nesnel olarak en hafifinden biraz kötüdür; fakat, Heidegger'in ifadesiyle dünyaya "dasein" olarak fırlatılan yahut kendini bir şekilde bu kategori dışına atan/çıkaran kişi, adı geçen toplum nezdinde en kötüdür. Çünkü kırsal toplum dışına çıkarak orta sınıfın bir neferi olma yolunda aydınlanma sürecini başlatarak bireyselleşmesini dizginlemeye gayret eden kişi, (kütüğü, ata toprağı, yahut "orada bir köy var uzakta" söylemi bakımından) bir şekilde bağlara sahip olduğu bu topraklar için üzerine sinen ahlâksızlığın kirinden kendini arındırmak istediği için istenmeyen kişi yani "persona non grata"dır. bu yüzden o kişi, Yakup Kadri'nin "Yaban" romanının esas kişisi gibi toplumca yabanî bir yabancı görünümündedir. Ata mirası bir zekâ ile Boğaziçi'nde okumuş, yıllarca ABD'de doktora yapıp geri dönmüş bir kimsenin, Aziz Sancar gibi istisnaî örnekler haricinde bu toprakların merkezinde samimiyet görme olasılığı, kırsalın bilgi toplumuna vasat entegrasyonu sayesinde hızla sıfırlanmakta ve yüzeyselleşmektedir. Avam bir ifade ile, sanayileşme dalgası öncesi köyünde ilmek ilmek kilim dokuyan Türkmen kızının samimiyeti, Tiktok, Snapchat türevi 2000'li yıllardan itibaren palazlanarak toplumsal tabanı kırsala doğru genişleyen sosyal medya uygulamalarına yüklediği uçarı videolar ile silinip gitmiş; batıda eğitim gören kırsal kökenli gençler memleketlerine birkaç günlük zoraki/geleneksel bayram ve (düğün, vefat, taziye vb.) özel zaman ziyaretleri haricinde kendilerini bekleyen toplumsal tehditlere karşı --dedikodu, fesatlık, kıskançlık vb. ahlâki başlıklarda zihinsel olarak savunmasızlaştıkları- için gitmekten kaçar olmuştur. Bu bireyler için kırsal artık deplasmandır ve misafirliğin ötesine geçmek yalnızca manevî zarar değil, fiziksel de zarar görme olasılığını artırmaktadır. Yazar bu durumu, "çünkü tacize uğramak taciz etmekten, tecavüze uğramak tecavüz etmekten, dayak yemek (yani dayağı hak etmek) dayak atmaktan daha kötü görünür ahlakı içinden üretmeyip dev bir hap gibi dışarıdan alıp yutmaya çalışırken boğazına takılan toplumlarda. bir kez tacize uğrayan kişi korunup kollanacağı yerde kamusal bir tecavüz nesnesine dönüşebilir." biçiminde ifade eder.

Peki bu duvarımızda çürüyen tablonun yaşlanmasını -durduracak demiyorum- geciktirecek bir çare yok mu? Elbette var, hatta birden fazla seçeneğimiz var. Bu seçeneklerden en kolayı, bizim en iyi bildiğimiz(i sandığımız) olandır. Kendi adıma konuşursam, Osmanlı'nın kuruluş devrinden itibaren teşkilatlanma yapısı, kapsayıcılığı ve kucaklayıcılığı bize ışık tutabilir. Bizans İmparatorluğu'nun son megadükü Lukas Notaras'ın "Konstantiniyye'de Latin külahı/serpuşu görmektense Türk sarığı görmeyi yeğlerim." [İngilizce'de "I would rather see a Turkish turban in the midst of the City than the Latin mitre.", Yunanca ifade ile "κρειττότερον ἐστὶν εἰδέναι ἐν μέσῃ τῇ Πόλει φακιόλιον βασιλεῦον Τούρκου, ἢ καλύπτραν λατινικήν."] sözü, kuruluş ve klasik dönem Osmanlı sosyal politikaların özet bir derecelendirmesi, adeta bir geri dönütüdür. Bu sayede Sefarad Yahudileri Türk topraklarına buyur edilmiştir. Bizi biz yapan, o dönemki ahlâkımızın evrenselliği, evrene hitap ediyor oluşudur. Bu ahlâkî duruş, Osmanlıların İbn-i Arabî ekolü sufizmi terk ederek selefîleşmeye başladığı dönemde ölümcül bir darbe alarak erimeye terk edilmiştir. Kırılımın adı, "Sufî-Selefî Kutuplaşması"dır. Rahmetli Halil İnalcık hoca, "ilk olarak 1973'te yayımlanan Osmanlı İmparatorluğu: Klasik Çağ. 1300-1600" adlı kitabının sonlarına doğru "Bağnazlığın Zaferi" adlı bölümde bu durumu fazla derine inmeden izah etmeye gayret etmiştir. Gerçekten, ülküsü/idealleri olan her Türk vatandaşı için defalarca okunarak özümsenmesi gereken bu makale/kitap bölümü, makro siyasetin sosyal yapıya vurduğu ölümcül darbenin iz düşümünü yansıtır. Tanı burada zikredilir. Şii-Sünni kavgasının patlak vermesi, Sünniliğin totaliterleşmesini, şekilselliğe indirgenmesini, materyalistleşmesini tetiklemiştir. Eminönü'ndeki Yahudi mahallesi, bir yangın ile kül olduktan sonra Yahudileri ihtidaya ya da sürgüne zorlaması, ortaya çıkan çeşitli nev-zuhur toplumsal baskılar, Katolik ve Şii dünyaya meydan okuma babında Eminönü'nde Valide Sultan Camii ve Mısır Çarşısı'nın inşası, Osmanlı'nın artık içi boşaltılmış bir şekilciliği benimsediğini gösteriyordu. Yunus Emre'nin "Dervişlik dedikleri Hırka ile taç değil // Gönlün' derviş eyleyen Hırkaya muhtaç değil" dizeleriyle ifade bulan Anadolu irfanı, bu darbeler ile siyasal ve toplumsal tabanını kaybetmiştir. Safevilere karşın gövde gösterisi niteliğinde örfî hukuk ile yönetilegelen Osmanlı, esasen hilafeti padişahlık ile birleştirdiğinde sonun başlangıcına giden yola girmiş, şeyhülislam Ebu Suud efendinin fetvaları ile kronik hale gelen hastalığın seyri hızlanmıştır.

Hastalığın teşhisini koyan kişilerden biri ise Hz. Niyazi Mısrî'dir. O'nun "Devletin inkırâzı (çöküşü) için dördüncü kat semâya bir kazık çaktım; onu benden başkası çıkaramaz!" ifadesi, mezkûr teşhisin kanaatimce en acı ifadesidir. O çağda "devlet" kelimesinin, -yalnızca birkaç yüzyıllık mazisi olan siyasal birim anlamındaki devlet kurumundan ziyade- içeriği ve özü itibariyle mutluluk, zenginlik, refah, ahlâk gibi soyut değerlere sahip olmak anlamına geldiğini unutmayalım. Şeyh Edebâlî'nin "insanı yaşat ki devlet yaşasın." sözünde de benzer biçimde siyasal birim olan devletten bahsedilmemekte, "devletlüm" sıfatındaki çağrışımdan algılanacağı üzere insanlığın ortak ve soyut değerlerinden bahsedilmektedir.

İnsan eti ve kemiği, topraktan gelir ve toprağa gider. Ancak insanlık, yahut Türkçe ifade ile "gönül" ölümsüzdür. Bu noktada, Niyazi Mısrî'nin yalnızca şahsi olarak değil, gördüğü şekilcileşme (materyalistleşme) ve toplumsal ahlâktaki bozulma nedeniyle Devlet-i Âliyye yani en büyük erdemlerin yeryüzündeki izdüşümüne tekabül eden Osmanlı İmparatorluğu'nun kurucu felsefesi olarak süper egonun dönemsel temsilcisi olan gönlü kırılmıştır. Bu itibarla, modern çağ Türk toplumunun örtbas edilen yaraları, 2000'li yılların medyasında "kadın programları" olarak adlandırılan, sunucu olarak Müge Anlı'nın başını çektiği TV programları ile toprak üzerine çıkarılmıştır. Sorunun başlığı belli ve örnekler de yeterince çeşit arz ediyor ise, nihayet bizlere düşen, bireysel ve kolektif imkânlarımızla tedaviye giden yolu aralamaktır. Bunun da yolu, tarihin bir döneminde sahip olduğumuz ve geliştirdiğimiz evrensel ahlâk felsefesini yeniden ihya etmek, yani canlandırmaktır. Bu da, müze kurarak değil, bizzat yaşayarak ve deneyime dönüştürerek olacak bir iştir. Bu noktada din, islam, teşbih, tenzih, merhale, hayatın anlamı, varoluş, varlığın ontolojisi ve benzeri birkaç kavramın korkmadan, herhangi bir dogmanın baskısı altında kalmadan, bir yandan da hiçbir canlı ve cansıza zarar vermeden içini doldurmamız gerekmektedir. Bizden sonraki nesillere bırakılacak en anlamlı soyut miras, tartışmasız biçimde canlandıracağımız bu olacaktır.

19 Şubat 2021

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder