2 Kasım 2018 Cuma

Siyasal alan için çıkış yolu: Doğrudan Demokrasi’yi yeniden kurgulamak

1 Kasım 2018

2000’li yıllarda insanoğlu yeni bir devrim ve onun getirisi olan yeni kavramlar ile karşılaştı. Bilgi teknolojilerinde bir devrim olarak nitelendirilen bu yenilik, yanında internet adıyla bir kavramı hayatımıza soktu. Aslında bilginin dolaşımı ve paylaşımına ilişkin teknolojiler, sanayi devriminden sonraki yüzyıllarda ivmesini arttırarak gelişimini sürdürmekte idi. Fakat 90’lı yıllar ve devamında 21’inci yüzyıl, bilginin dolaşımı için  bir dönüm noktası oldu ve internet kavramı insanların hayatına girer girmez sihirli dönüşümlere neden oldu.

Ülkemizde ise 2000’li yıllara girerken siyasal ve ekonomik alanda çeşitli sıkıntılar varlığını sürdürüyordu. 2001’de yaşanan ekonomik kriz, insanların işsiz kalmasına ve birçok bankanın batmasına neden oldu. 2002’den sonraki süreçte tek başına iktidar ve muhalefetten oluşan iki partili meclis, Türkiye’nin gerek ekonomik krizin olumsuz etkilerinden kurtularak büyümesi, gerek modernleşmesi bakımından başarılı bir şekilde yönetilmesini sağladı. Sonraki dönemlerde meclise daha çok parti girmesine rağmen iktidar yönetimini önemli bir aksaklık yaşamadan sürdürdü. Bununla birlikte, ülkemizi çok etkilememiş olsa da uluslararası ekonomik sistemin küreselleşen yapısı nedeniyle ileriki yıllarda ülkemizi daha çok etkileyecek olan 2008 Ekonomik Krizi, Suriye iç savaşının patlak vermesi ile ortaya çıkan mülteci krizi, sonraki yıllarda art arda gelecek iç ve dış kaynaklı konjonktürel siyasal ve ekonomik boyutlu diğer sorunlar genel olarak iktidar ve idarenin kendini dönüştürmesine neden oldu. Özellikle iktidar kanadı, hızlı ve isabetli karar alma süreçlerini işletebilmesi sayesinde bir şekilde sorunlarla başa çıkmayı başardı ve belki de Türkiye’de siyasal alanda kendini kendini en iyi dönüştüren kurumların başında olageldi. Bununla birlikte siyasal alan içinden iktidara yakın düzeyde dönüşebilen bir muhalefet çıkaramadı ve muhalefetin yetersizliği siyasal alanda iktidarın yalnız ve rakipsiz kalmasına neden oldu. Vatandaşın nabzını tutmak adına sokağa inen çeşitli sektörlerden uzmanlar, mecliste temsil edilen muhalif partilerin büyük oranda seçeneksizlik nedeniyle meclisteki temsil gücünü ellerinde bulundurduğunu, bununla birlikte söz konusu muhalefetlerin iyiden iyiye kısırlaştığını çoğu ortamda ifade ettiler. Sözde demokrasi yanlısı muhaliflerin kendini yenileyememe ve dönüştürememeleri nedeniyle kısırlaşması sorununun kaynağı öncelikle kendi içlerinde temsili demokrasinin yetersizliğinden ve işlevsizleşmesinden ileri geliyordu. O halde başta muhalif siyasal partiler olmak üzere siyasal alanın tamamında bazı köklü değişikliklerin yapılmasının vakti çoktan gelmişti.

Demokrasi ile yönetilen her ülkenin geçmişi zorluklar ile doludur. 19’uncu yüzyıldan itibaren yavaş yavaş monarşiden vazgeçip demokraside karar kılan ülkelerde halk egemenliğini temsilciler aracılığıyla kullanmak dünya siyaseti için büyük bir gelişme sayılıyordu. Oysa ki çağımızda halk egemenliğinin temsilî olarak tecrübe edilmesinin hiçbir manası kalmamıştır. Gazete kuponları ile satın alınmış ve tozlu raflarda eskimeye yüz tutmuş  ansiklopedilerle eş zamanlı olarak temsilî demokrasinin geçerliliği günden güne yok olmaktadır. 2000’li yılların teknoloji ve bilgi çağı olarak adlandırılması boşuna değildir. Siyasal tercihlerin etkin olduğu hayatın her alanında temsilî demokrasinin modası geçmiş, geçerliliği yok olmaya yüz tutmuştur. Ülkemiz özelinde makroekonomik bakımdan orta gelir tuzağından sıyrılamamanın kaynağında dahi temsilî demokrasi kurumunun etkisinin olduğu tartışılabilir. 

Günümüzde temsilî demokrasinin halen yaşamını sürdürebilmesi, çoğu vatandaşın olumlu ya da olumsuz anlamda siyasal alandan uzaklaştığını, payına düşen ekonomik ve sosyal refahı bir şekilde kabullendiğini, siyasal yaşama dahil olmayı adeta bir külfet olarak gördüğünü göstermektedir. Bu bakımdan dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi ülkemizde de vatandaşların konformizm ile bir çeşit edilgen liberteryenizm terkibiyle yaşamlarını sürdürdükleri düşünülebilir. Öte yandan temsilî demokrasi, düşünen ve kendi hayatlarında kısa ve orta vadede değişim görmek isteyen vatandaşların siyaseten umutsuzluğa kapılmasının en büyük kaynağıdır. İktidarın rekabetsizlikten kendisini rakip olarak görüp kendi kendini dönüştürdüğü bir ülkede muhaliflerin kendini sorgulaması gerekir. Paralize olmuş, üretkenliği soru önergelerine hapsolmuş muhalefet partilerinin hareket yeteneği kazanabilmesinin yolu, partilerin silkinip kendini yeniden yapılandırması ve doğrudan demokrasiyi yeniden tanımlamasından geçmektedir. Bu, muhalefetin destekçilerine karşı olduğu kadar genel anlamda toplumun geneli ve siyasal yaşamın bütünü için bir yükümlülüğüdür. Nitelikli bir muhalefet, hem kendisine, hem temsilcisine, hem de iktidara yarar sağlayacaktır.

Eski Yunan’da neredeyse haftada bir toplanan Kent Meclisleri halkın demokratik katılımı için başarılı bir örnekti. Bugün “Kent Meclisi” denildiğinde ufak tefek kentsel sorunlara ilişkin görüş bildiren, hemşehricilik bilincinin geliştirilmesine katkıda bulunan, sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı destekleyen, 5393 sayılı Belediye Kanununa göre kurulan Kent Konseyleri gibi resmî yapılar ile seçim zamanlarından birkaç ay önce sosyal medya üzerinden örgütlenerek mahallelerin büyük parklarında ya da kültür merkezlerinde toplanılarak sorunların görüşüldüğü, ortak taleplerin ortaya konulduğu gayriresmî yapılar akıllara geliyor. Demokrasi, 2000’li yıllarda eğitim seviyesinin ve teknolojinin geldiği nokta itibariyle artık Kent Meclisleri gibi yapılarla yerel yönetime hapsolamayacak kadar sınırları genişlemiş, dijitalleşmesi için önünde engel kalmamış ve yeniden tanımlanmaya muhtaç bir kavrama dönüşmüştür. Günümüzde dijital manada doğrudan demokrasi, elektronik oylama yöntemi ile ABD, İsviçre, İtalya, Estonya gibi bazı ülkelerde futbol kulüplerinin delegeleri, üniversite senatosu üyeleri, yerel yönetim temsilcilerinin seçimi ve referandumları gibi çeşitli alanlarda uygulanmaktadır. Ülkemizde elektronik seçimin yaygınlık kazandığı bir alan olmamakla birlikte e-devlet uygulamasının, internet bankacılığının ve e-ticaretin kapsamının güvenli bir şekilde ve hızla genişlediği dikkate alınırsa, vatandaşların teknolojik altyapı ile desteklenen, çağdaş ve doğrudan demokratik yönetime sorunsuzca ve süratle uyum sağlayacağını düşünmek yanlış olmayacaktır.

Sosyal bilimlerde tek bir doğru olmadığı gibi siyasal görüşler ve tavırlar tercihe dayanır. Fakat gelinen teknoloji itibariyle siyasal ve yönetsel süreçlerin işleyişinin elektronik imkanlar kullanılarak yeniden kurgulaması tercih meselesinden çok kaçınılmaz bir sonuçtur. Tercihin, doğal olarak teknik konular dışında kalan siyasal karar alma süreçlerinde işlemesi beklenir. Elbette temsilî demokrasiden dijital tabanlı doğrudan demokrasiye geçişte teknik altyapı kurularak işlerlik kazanana değin süreç pilot bir uygulama ile geçirilmeli, genişlik ve derinlik bakımından belirli sektörlerle sınırlı tutulmalı ve esnek olmalı; olumlu sonuç alındıkça kapsam ve derinlik arttırılarak geçiş tamamlanmalıdır. Bu, halkın çeşitli konularda ne tür isteklerinin olduğunu doğrudan yansıtacağı için önem arz etmektedir. Bu sayede oylama, sayım vb. bakımından süreler kısalacak, seçim sistemleri daha demokratik bir boyut kazanacak, siyasal oluşumların çalışmaları ivme ve istikrar kazanacak, deneyimlenen kısırlık ve hantallık bu yolla aşılabilecek; söz konusu devrim niteliğindeki gelişme siyasal yaşamı tümüyle dönüşüme zorlayacaktır.  Başta muhalefet partilerinin, yerel yönetimlerin, dernek ve kulüplerin üye seçimi, gündem belirleme, yönetişim ve karar alma gibi konularda kaynaklarını doğru kullanarak etkinlik ve verimlilik sağlaması, doğrudan demokrasiyi günümüz koşullarında değerlendirerek hayata geçirmelerine bağlıdır. Bu nedenle zoru başararak kadınlara seçme ve seçilme hakkını gelişmiş ülkelere görece çok erken veren, e-devlet sistemini kısa sürede ve sağlıklı bir şekilde hayata geçiren ülkemizin her türlü siyasal alanda doğrudan demokrasiyi hayata geçirmesi mümkün ve acil bir gerekliliktir.

Referandum sonrasında Yunanistan'da zaman daha hızlı akıyor.*

Yunanistan'daki referandum, söylem olarak bütün Avrupa'yı etkileyebilecek boyutta olmakla birlikte konu, 2. Dünya savaşı sonrasında ortaya çıkmaya başlayan batı ekonomik sistemi ile bir Avrupa birliğinin boyutları ve derinliğinin sorgulanmasını beraberinde getirmektedir. Bir üstadımın tezi olarak son referandumdan itibaren Yunanistan için önümüzdeki süreçte tarih çok hızlı akacaktır. Bu tez yazı içinde örneklerle açıklanacaktır.

Referandumda ezici bir hayır üstünlüğünün ortaya çıkması, Tsipras'ın son bir haftadır dile getirmekte olduğu "Yunanistan'ın Avrupa'nın bir parçası olarak kalmak istediği fakat borçların Yunan halkının demokratik kararı dikkate alınarak yeniden yapılandırılması" talebinin altını çizmiş, bu sonuç da borçlarını ödeyemeyen ve teknik olarak iflas ettiği için nakit sıkıntısı çekmeye başlayan Yunanistan ekonomisini sırtında taşıyan başta Almanya olmak üzere kreditör ülkeleri zora sokmuştur. Artık Almanya yavaş yavaş Yunanistansız bir avro bölgesi konusunda bir yol ayrımına gelmiştir. Tarihin çok hızlı aktığı tezine dayanarak, işin sonunda Yunanistan'ın avrodan çıkarılması gerekiyorsa bu konuda gecikilmesi, avronun yaşamını tehlikeye atacaktır. AB'nin bunu ciddi bir şekilde düşünme vakti gelmiştir.

Diğer bir öneri ise, istifa eden Maliye Bakanı Yanis Varufakis'in de ifade ettiği üzere, piyasaya yine az miktarda avro sürerek yerel alışverişlerde avroya göre ciddi miktarda devalüe edilmiş paralel bir para birimi ya da halk arasındaki tabirle karnenin hayata geçirilmesidir. Bu yolla Yunanistan avrodan çıkmayacak ve ortak para politikasının yarattığı sıkıntıyı geçici olarak çözüme kavuşturabilecektir.
Şu bir gerçektir ki IMF ve Dünya Bankası'nın Yunan ekonomisini yeniden yapılandırmasına şiddetle gerek vardır. Ancak ABD bu zamana kadar elini yeterince taşın altına koymamıştır. Referandum öncesinde Fransa'nın Yunanistan'ı kurtarmaya yönelik niyeti iyice açığa çıkması ve Referandum sonuçlarıyla Almanya'nın AB içinde köşeye sıkışması, ABD'nin Truman doktrinindeki gibi batı ekonomik sistemini kurtarmak için devreye daha çok girmesine yol açabilir. Almanya ve Fransa güdümlü AB, Yunanistan'a taviz vermekte direnmekte ve Yunanistan'ın kurtarma paketine ilişkin taleplerini daha gerçekçi bir düzlemde ortaya koymasında ısrar etmektedir. AB yumuşama, ABD ise uluslararası örgütler yoluyla müdahalesini gerçekleşmezse Avrasya'da kurmuş olduğu gümrük birliği ile ekonomik alanını genişletmeye çalışan Putin idaresindeki Rusya, Yunanistan üzerindeki etkisini arttırmaya çalışacak ve avro bölgesinin gireceği tehlikeler beraberinde ekonomik, politik, askeri ve sosyal anlamda Rusya ağırlığı doğuracaktır. Bu husus, başta NATO olmak üzere bütün batı ittifakının çözülmesinin başlangıcı telakki edilebilir.

SYRIZA iktidarı ile Yunanistan artık kesin olarak Avrupa'dan soyutlaşmış ve marjinalleşmiştir. Bu durumda bir sonraki faz, muhtemelen karşıt bir radikal grubun itibarını arttırması olarak ön plana çıkacaktır. SYRIZA'nın mali dönüşümü sağlayacak politikaları uygulamadan kaçınması ülkenin iflasını netleştirecek ve bu durumda SYRIZA'nın aynaya göre yansıması olan ırkçı Altın Şafak partisi ve benzeri düşüncelere gün doğacaktır. Referandum sonuçlarına göre hayırcıların ağırlıklı olarak radikal sağ ve sol kanatlardan teşekkül olduğu görülmektedir. Her ne kadar aşırı sağcı Altın Şafak partisi ile SYRIZA taraftarları aynı safta dursa da, referandum sonucunda ortaya çıkan hayır, Yunanistan'ın AB ve IMF'ye karşı daha uzlaşmacı politikalar uygulamaya meyilli merkez partilerinin daha da zayıflamasına neden olmuştur. Bu tablo, bütün Avrupa genelinde Almanya'daki Pegida, Macaristan'daki Jobbik örneklerinde olduğu gibi siyasal ayrışmaya paralellik arz etmektedir. Yunanistan'ın olası avrodan çıkışı durumunda zincirleme tepkimeler başlayacak ve bu politik kutuplaşmanın bedelini ödemek durumunda kalacaktır. Bu durumda verimli tarım arazilerine sahip ve Yunanistan geneline göre nispeten daha varlıklı Batı Trakya bölgesi ve buranın mukimi olan başta Türkler, Pomaklar ve Romanlar olmak üzere Müslüman Yunan vatandaşları üzerinde politik ve ekonomik baskıların oluşması muhtemeldir. Bir zamanlar Yugoslavya ve yakın tarihte Bulgaristan'daki baskılar benzeri hareketlerin orta vadede alev alması için ortam her geçen gün müsait hale gelmektedir. Batı yanımızda bir krizin daha baş göstermemesi için Türkiye'nin Yunanistan'ın zayıflığını fırsat bilerek elinden geleni yapması gerekmektedir. Bu nedenle, söylemlerle yapısal reformlardan kaçtıkça batan SYRIZA ve sonrasındaki radikal senaryoların sonrasındaki senaryoların ülkemiz tarafından iyi analiz edilmesi ve karşı tarafın konjönktürü uygunken gereken önlemlerin hükümetimizce alınması elzemdir. Bu çerçevede örneğin TİKA'nın bir an önce Yunanistan'a girişi ve yeri geldiğinde tampon vazifesi görecek Türkiye kökenli yumuşak gücün uygulamaya konması sağlanmalıdır.

Sonuç olarak Yunanistan için en hayırlısı, avroyu by-pass etmek ya da devreden çıkarmak ve diğer birçok alandaki kazanımların rücu etmemesi için AB üyeliğinde kalmaya devam etmektir. Diğer yandan, mali anlamdaki yapısal uyum politikalarının bu sayede uygulamaya konulması kolaylaşacak, ilk birkaç yılında acı çekecek olan Yunan vatandaşları birkaç yıl içinde büyümeye başlayan ekonomileri içinde toparlanmayı öğrenecektir. Belki yirmi yıl sürecek olan bu toparlanmanın kararlılıkla devam ettirilmemesi durumunda Yunanistan baş aşağı gitmeyi sürdürecek ve bu patlama, başta Avrupa olmak üzere bütün batı ekonomik-politik sistemi olmak üzere bölgesel sarsıntılara neden olacaktır. Yunanistan'da şu an zaman çok hızlı akmakta, ülke acil müdahaleye ihtiyaç duymaktadır. Şu an sorun, taşın altına kimlerin elini sokacağının bilinmemesidir. En başta Yunanistan'ın kendisi o eli koymak zorunda olmakla birlikte ülkemiz dâhil Yunanistan ile birçok açıdan bağları olan ülke ve kurumların taşın yıkıcılığına karşın teyakkuzda olması gerekmektedir.

* Şimdi başlığı Yunanca'da da söyleyelim: "O hronos kilaei pio grigora stin Ellada meta tin dimopsifisma." Acaba, ilgili aktörler ve biz, bu hıza yetişebilecek miyiz?

Bu yazı 7 Temmuz 2015 tarihinde Radikal Blog'da yayımlanmıştır.
http://blog.radikal.com.tr/dunya/referandum-sonrasinda-yunanistanda-zaman-daha-hizli-akiyor-106056

Niçin Tasarruf Edemiyoruz?

Daha önce bu konu ülkemizde analitik olarak fazla incelenmediği için -bulabildiğim tek köşe yazısı A. Levent Alkan'a ait 20 Eylül 2012 tarihli Dünya gazetesi yazısı- yabancı bir haber sitesinde Kanada verilerine göre yapılmış bir araştırmayı ülkemiz şartları ile değerlendirmeye çalıştım. Şartların benzerlik seviyelerine dikkate alarak Kanada ile ülkemiz arasında bazı kıyaslamalarda bulundum. Söz konusu ülkede yapılan bir araştırmaya göre toplumun niçin tasarruf edemediği beş başlık altında toplanmıştır. Bunlar sırasıyla şöyledir:

1. Mali (Finansal) Eğitimsizlik
Maliyeye toplum olarak Kanadyanlar (Kanadalılar) bile çok yabancı imiş. Sebebi aşağı yukarı aynı, iki ülkede de lise düzeyinde maliye eğitimi verilmiyor. Toplumumuzda maliye dar bir çerçevede tanınmaktadır. Bu da büyük bir eksikliğimizdir.

2. Tüketim alışkanlığı
Kanadyanlar gibi biz de tüketmeyi seven bir toplumuz. Bu ahvalimiz son yıllarda daha da belirginleşti. Devletler 20. yüzyılın zor zamanlarında halklarını tüketmeye sevk ettiler ve bununla ülke ekonomisini canlı tutmayı amaçladılar. İnsanlara gaz vermenin sınırı yoktu ancak durdurmak içinse çok yöntem bilinmiyordu dolayısıyla insanlar sahip olmadıkları paraları da harcar oldular ve bu da krizlere neden oldu. En son örneğin, günümüzde hala mortgage krizinin etkisinden tam olarak kurtulabilmiş değiliz. Tüketim alışkanlığımızın bugün değil biraz daha yarın odaklı olması gerek anlaşılan.

Tüketim alışkanlıkları, tek bir kalem ile değerlendirilmesi eksik ve yanlış olan bir başlık. Çünkü insanlar kredi çekerek yatırım amaçlı bir dükkan alıp onu kiraya verebilir; kredisinin bittikten sonra dükkan kirası da yanlarına kalır. Bu kendi içinde bir mantık barındırır ve esaslı bir yatırımdır. Ancak yeni çıkan akıllı bir telefon almanın ortalama bir insan için yatırım anlamı fazla yoktur. Zaten kişi bu malı alırken mantıkla değil daha çok duygularıyla hareket etmiştir. Dolayısıyla tüketim yatırım anlamı taşırsa tasarrufa girebilir. Buna dikkat edilmesi gerekir.

3. Aşırı borçlanma
Yine Kanada'da, insanların ciddi anlamda bir kredi borcu oluşmuş durumda. Bu tabii ki ülkemiz için geçerli. 24 Ağustos bir habere göre Türkiye'de 1.6 milyon insan 4 milyar TL'lik kredi kartı borcunu ödeyememekteymiş. Haberde daha başka veriler de sunuluyor. Türkiye, Kanada kadar borçlu bir ülke değil ancak GSYH'ye oranı bakımından iki ülke arası fark daha da azalıyor. Bu aslında küresel bir trendin yansıması olarak üzerine kafa yorulmayı bekleyen bir konudur. Dolayısıyla iki ülke de ciddi anlamda borçlu.

4. Mali (Finansal) Piyasaların Karmaşıklığı
Kanadyan yatırımcılar, piyasaların ve seçeneklerinin çeşitliliğinden neye yatırım yapacağını şaşırmış durumdalar. Ülkemizde de bu durum trajikomik bir hal almış ve hatta kökleşmiş durumda. Borsa bir yatırım aracı değil oyun olarak algılanıyor ve bunun için "borsa oynamak" lafzı dahi kullanılıyor. Yatırıma ilişkin seçenekler günden güne artarken yatırımcının oyun sahası genişliyor, bir o kadar da kafası karışıyor. En son BES (Bireysel Emeklilik Sistemi) bile daha az ve daha çok riskli fon sepetlerinin seçenek olarak önümüze sunulduğu bir oyun düzenini kuruyor. Piyasaları yönlendiremeyecek küçük yatırımcılar olarak loto oynamakla fon al-satmak (alıp satmak yerine şu an uydurmayı deniyorum) arasında risken çok ciddi fark göremiyoruz.

5. Getirisi Az
Faiz oranları kuşkusuz tasarrufun asıl belirleyicileridir. Faizleri düşürmek, parayı ısıtmak demektir. Faizler düşük ise toplum tasarruf yerine tüketime eğiliyor. Günümüzde faiz oranları eskisi kadar güçlü de değil gibi. Örneğin bankalar 1000 lira için yıllık 60-90 lira civarı bir faiz veriyor. 1000 lirayı 90 lira için 12 ay (aylık 7,5 TL) ipotek etmek pek kârlı değil gibi. Zaten toplumun geneline bakıldığında -bağlayıcı olmadığı müddetçe- insanlar daha fazla bugün odaklı yaşamaya yönelmiş vaziyettedir. Bunun sebeplerinin birden fazla açıdan araştırılması gerek.

Gelişme yolundaki bir ülke olduğumuz için bazı değişkenlerimizi de başlık olarak eklemek gerekiyor. Dolayısıyla birkaç seçenek daha eklememiz yerinde olacaktır:

6. Toplumun Yapısı
Ülkemizde son yıllarda daha çok özel ağırlıklı bir eğitim sistemi yaygınlaşıyor. Gerek yeni açılan devlet üniversiteleri, gerek vakıf üniversiteleri ve kolejler, ülkenin hemen hemen bütün illerinde faaliyet göstermeye başladı. Bu da eğitim süresinin artması, dolayısıyla meslek edinme yaşının yükselmesi anlamına geliyor. Aileler elinden geldiği oranda okuyan çocuklarının ders dışı çalışmasını istemedikleri için tasarruf yerine insan sermayesine yatırımı tercih ediyor. Bunun ne derece başarılı bir teknik olduğu tartışılır ancak tüketim yapımızın temel değişkenlerinden biri olarak bu önemli bir unsurdur.

Toplum yapısı, derin bir başlık. İçini her yönden doldurmak için uzmanlık tezi yapılacak miktarda bir kaynak taramasına gerekir. Burada belirli açılardan toplumun yapısı değerlendirilebilir. Gelirin kullanımını anlatan iktisadi gelir hipotezleri, her toplumun kendi bünyesine göre bazı şeyleri açıklamaya muktedirdir. Gelişme yolundaki ülkelerde bu hipotezler değişime veya çürütülmeye daha da meyillidir. Çünkü kişi başına düşen gelir arttıkça, tüketim alışkanlıkları da değişim göstermektedir. Dolayısıyla toplum yapısı hele ki GYÜ'lerde hiç durağan değildir.

Tasarruf, bireyin mantıkla karar verdiği bir etkinliktir. Eğer faiz oranları, kredi faizlerinden daha düşükse insanlar ne krediye yönelir ne faize yatırım yapar, dolayısıyla günlük yaşar. Ancak reel faiz oranları için bile tersi geçerliyse günün sonunda kârlı olacağını gören insan, parasını harcamama pahasına yatırım yapar.

7. "Elle tutulan şeyler tasarrufa konu olur" Yanılgısı
Tasarrufu toplum olarak sadece kenara para ayırmak olarak algılıyoruz. Diğer tasarruf yöntemlerinin neredeyse hiç yararının olmadığını düşünüyoruz. Dolayısıyla kumbaraya atılan bozukluklar bizim için çok önemli. Ancak tasarruf lambası kullanmayı hala yeterince yaygınlaştıramadık. Bu da toplumumuzun acil çözüm bekleyen ciddi bir sorunu olarak karşımızda dikiliyor.

8. Örnekler ve Beklentiler
Tasarruf edilen meblağın ne işe yaradığını görebilmek de tasarruf için itekleyici olacaktır. Dolayısıyla -misal- halka arz edilen şirketlerin akıbetinin ne olduğunun halka duyurulmasında büyük yarar vardır. Bu açıdan bizden gelişmiş Asya ülkelerinin tasarruf yöntemlerinin incelenmeye değer olduklarını belirtmekte yarar var. Çanakkale deniz savaşlarında kullanılan Nusret Mayın gemisinin halkın tasarrufları ve bağışlarıyla alındığını, Fransa'daki Notre Damme (Bizim Kadınlarımız demek) Kilisesinin kadınların ziynet eşyalarını bağışlamasıyla finanse edildiğini biliyor muydunuz? Politika üreticilerimizin bu unsuru da göz önünde bulunduracaklarını umut ediyorum.

Bu yazı 31 Ağustos 2013 tarihinde Radikal Blog'da yayımlanmıştır.
http://blog.radikal.com.tr/ekonomi-is-dunyasi/nicin-tasarruf-edemiyoruz-31648

Dil Üzerine Bir Yazı

Adı ne olursa olsun, hızlı bir çağda yaşıyoruz. Bütün işlerimizi hızla yapıyor, hızlı tüketiyor, hızlı yaşıyoruz. Yeni çıkan araçlar hızlarını arttırıyor, teknoloji hız temelinde yeşeriyor, hızla hız alıyoruz. Ancak doğa her alanda hızlı olmayı kabul etmez. Örneğin kitleleri ilgilendiren pek önemli kararlar enine boyuna derinlemesine incelemeler ile alınır. Ya da, belirli bir düşünme ve kafa yorma evresi gerektiren konuşmalar vardır. Bu konuşmalar veya söylevler, düşünmeden yapılırsa hatalı ve(ya) eksikli olur, can sıkar, yanlışları çarparak çoğaltır. İnsan, her konu üzerine az çok düşünerek konuşmalıdır. Ancak işte yaşamakta olduğumuz bu çağ, insanoğlunu düşünmeden konuşmaya, konuşmayı tüketmeye sevk etmektedir. Bunun sonucunda yanlış anlamalar, tavır almalar, istenmeyen kanılar getirmeler ikili ve çoklu ilişkilerde hâsıl olmaktadır. Çağımızın en önemli sorunlarından birisi, yeteri kadar düşünmeden yapılan konuşmalardan ortaya çıkan iletişimsizliktir. Bu sorunun çözülmesi, kişilerarası ilişkilerde hak edilen aşamalara gelinmesini sağlayacaktır.

İşte bu nedenle insanların düşünebilmeyi öğrenmesi gerekmektedir. Düşünmeyi bilen kişi, söylediklerine dikkat eder. Tabi doğru düşünebilmek için, doğru sözcüklerin seçilmesi gerekir. Doğru cümleler, anlamını yarım yamalak tam olarak bildiğimiz sözcüklerin cümle içerisinde kullanılması ile ortaya çıkar. Anlamlarını yarım yamalak öğrendiğimiz sözcükler, yaşamımızda çok fazla kullandığımız için zihnimizde yer eden sözcükler olmakla birlikte, kullanımları da çok fazla örnek gördüğümüz için genelde doğru olur. Ancak bu, bütün toplumun bir sözcüğü yanlış kullanmasına engel değildir. Günümüz dünyasında bir sözcüğün yanlış kullanımı, kitle iletişim araçları ile yayılarak doğru kullanımının yerine geçebilmektedir. Bu noktada “white-sea” sözcüğünü ve “çemkirmek” fiilini cilveli örnekler olarak verebiliriz. İkisi de alışılmışın dışında kullanılmakta olan sözcüklerdir.

Aslında yanlış bir kullanım yoktur, değişik ve alışılmadık bir kullanım vardır. Zamanla yeni kullanım, eskinin yanı sıra geçerlilik kazanabilir. Yerinde kullanılan sözcük diğer anlamlarını ört bas etmez, aksine onlarla birlikte yaşamını sürdürür. Toplum er ya da geç kullanmakta zorlandığı anlamları o sözcüğün içinden sökecektir. Eğer sözcük, bütün anlamlarıyla yaşamda yer bulmakta zorlanmaya başlamışsa, o dilden yavaş yavaş silinmeye yüz tutacaktır. Karşımızdaki kişiye hitap eden, söylendiğinde bir şekilde anlaşılan bütün konuşmalar doğru kullanımlardır. İnsanımız dilin esnekliğini kullanma hususunda gayet başarılıdır. İşte bu yüzden White-sea, Akdeniz yerine ironik olarak kullanılmıştır. Çemkirmek ise, köpek hayvanının kesik kesik havlamalarının insanın aralıklı olarak verdiği yüksek tepkiler için kullanılması sonucunda kişileştirilmiştir. İki sözcüğün de kazandığı yeni anlam ve kullanımlar, özellikle dil ve ahlâk felsefesi bakımından beşeri bilimler içerisinde bir yer bulmaktadır.

Bu yanlışlığı, ya da bu düşüncesizliği ortadan kaldırabilmek için özellikle genç yaşlardaki bireylere sözcüklerin çeşitli ve doğru kullanımı, sözcük üretkenliği ve sözcük imgelemi üzerine eğitim vermeliyiz. Söz ettiğimiz, bir çeşit uygulamalı felsefesi eğitimidir.

Bu eğitimleri verirken sadece Türkçe içinden değil, yabancı dillerden dilimize geçmiş ve artık bizim olmuş sözcükleri de yorumlanacaktır. Çünkü asıl sorun onlarda doğmaktadır. Çünkü kendi dilimizde anlamını farklı kullandığımız sözcüklerin bir şekilde yeni anlamlar kazanması olağandır. Bu bütün dillerin özünde var olan kapsama, yani serbest hareket alanıdır. İngilizler Shakespeare’i özgün sürümünden okuduklarında hâlâ büyük ölçüde anlayabiliyor ise, İngiliz dilinin son 400 yıl içerisinde haddinden fazla anlam kayması yaşamadığı sonucuna varılabilir. Ancak anlam kayması, altı kıtanın okyanuslar arasında usul usul kayması gibi, Bizim üzerimize düşen görev, gerektiğini düşündüğümüz zamanlarda anlam kaymalarına bilinçli bir yol vermektir. Ancak sadece düşündüğümüz zaman, yani farkında olmadan yeni anlamlar kazanmasına izin vermemeliyiz. Bu da değindiğimiz gibi, dilin kullanım yöntemleri üzerine bir eğitim almaktan geçer.

Dil eğitimi, her yaşta, her kişinin asgarî düzeyde alması gerektiği bir eğitim türüdür. Dil eğitimi, anadil derslerinde yeterince değinilmeyen bir alandır. Bundandır ki kişi, dilin iskeletini oluşturan dilbilgisi kurallarını sindiremez, dili esnekçe kullanamaz, edebiyat derslerinde üretken olamaz ve genellikle sıkılır.

Bugün burada düşünsel gelişime yönelik olarak dilin kullanımı konusuna ilişkin bir başlangıç yapılacaktır. Bunun için çoğumuzun temel anlamını bilmediği, ancak kemikleşmiş şekilde sürekli kullanmakta olduğumuz için anlamı sorgulanmayan bir sözcük yorumlanacaktır:

“Program” 1633 yılına dayanan bir kayıtta Fransızca’da programme, Geç dönem Latincesin’de programma (ilan, duyuru, tebliğ, ferman anlamındaki proclamation ile değişimli) olarak kullanılmaktaydı. Ama Eski Yunanca’daki προγραμμα (programma, kamusal bildiri anlamındadır) sözcüğün asıl köküdür. Şimdi bu sözcüğü parçalayarak piyasaya çıkış anlamını inceleyelim.

Προγραμμα,  programma = pro+gramma

pro= önce, öncesi, önceki.

gramma= yazı, harf, kelime, yazı türü, yazı karakteri, el yazısı, mektup, belge, evrak.

O hâlde,

programma= pro+gramma= yazı öncesi, yazılmadan önce ve(ya) önceki, henüz yazılmamış, belgelenmeden önceki durumda olan anlamlarına gelebilir. Program günlük dilde “belirli şartlara ve düzene göre yapılması öngörülen işlemlerin bütünü” anlamında kullanılmakta olup; plan, izlence, gösteri (show), yazılım (software), fikstür ile eş anlamlarda kullanılmaktadır. Yabancı dillerden dilimize ithal edilirken programma, sonundaki iki harf m ve a’yı, anlam bütünlüğünde bir hasara uğramadığı anlaşıldığı için gönül rahatlığıyla yitirmiş ve program olarak kullanıma girmiştir. Ancak bu düşüş, bizim sağlıklı düşünme yapımızda hasara neden olmuştur. Zira sözcüğü köklerine ayırırken bu harflerin düşüş evresi atlanmakta ve pro+gram ilişkisine göre yorumlama yapılmaktadır. Bu da sözcük kökünün derinlere kaçmasını sağlamakta ve sözcük üzerine düşünmeyi zorlaştırmaktadır.

Bu durumda <<şu an düşünme aşamasındayız>> program bizim için yazılmamış, yazılmadan önceki durum, hatta yazılmış ancak henüz kağıt üstünde olup o düzene göre sergilenmemiş ve(ya) izlenmemiş yazı, bir açıdan bilgisayar yazılımı, bir açıdan nazım bir takvim, zaman ve düzen çizelgesi, vakitli izlence anlamlarına gelmektedir.

Görüldüğü üzere kafamız bir hayli açılmıştır. Artık program sözcüğünü daha yerinde kullanabiliriz.

Sözlüklere teşekkürler…

Bu yazı 20 Şubat 2015 tarihinde Radikal Blog'da yayımlanmıştır.
http://blog.radikal.com.tr/felsefe/dil-uzerine-bir-yazi-90207

Büyük Devlet Olmak

Dönemlerinin önder devletlerinin başkentleri ve ticareten önemli illerinde yetmiş iki milletten insanlar bulunur; kırsalında da benzer şekilde sosyal statü farkının olmadığı ve bunlarla birlikte toplumsal ayrışma ve düşmanlığın yaşamadığı bir medeniyet harmanı olurdu. Bu, devletin sağlıklı büyümesinin bedeliydi. Moğol istilasından önceki devirde Bağdat’ta, Arap egemenliğindeki Endülüs’te durum böyleydi. Osmanlı idaresindeki İstanbul’da aynı şekilde Türk ve gayrimüslim tüccarlar eşit oranda zengin, çorak Anadolu’da ise Türk ve gayrimüslim köylüler eşit oranda fakirdi, fakat kimse birbirine diş bilemiyordu.

İktisadi sistemde yaşanan devrimlerle birlikte eski günler geride bırakıldı. Türkiye yeniçağdaki gibi yeniden önder bir devlete dönüşmek istiyorsa ilkin yarattığı ortamı yeniden oluşturmak zorundadır. Memlekette yüz yıldır Nevşehirli -üstelik ana dili Türkçe olan- İstamat elmalıklarda ter dökmüyor, Kevork emmi değirmende çalışmıyor, Yohan ise Beyrut’ta Osmanlı musikisi icra edip kaset çıkaramıyor. Şimdilerde Türkiye yeniden büyük devlet olmaya karar verdi ve bunun yansımalarını hayatta birçok sahnede görüyoruz. Mehmet Akif Üniversitesinde hemşirelik okumaya gelmiş Mogadişulu Farah’a kendi öğrencileri ile Yörük kökenli eşi ebelik yapıyor. Atalarının 93 harbinde sığınmasıyla kurulan köyden çıkan anne babasının biriciği Kütahyalı Setenay Dışişleri Bakanlığı’nda Elçi Müsteşar olarak görev yapıyor, Tekirdağlı Esen ise Trakya üniversitesinde Balkan Araştırmaları Enstitüsünde Doktora yapıyor, Rudi ise Dicle üniversitesinde kent sosyolojisi üzerine dersler veriyor, Artuklu’dan kalan eserlerin tadilatında görev alıyor. Rudi’nin özverili asistanlarından, Ankara’nın Fevziye köyünden olan Emre ise Banya Luka’daki bir Osmanlı eserinin onarımında işçilerin dilinden anlıyor ve çalışma ortamını güzelleştiriyor. Bunların hepsi, bir şekilde Türk bayrağı altında yaşanıyor.

Bir tarlada ayrık otları varsa o toprakta verim vardır, hayat vardır. Otsuz kısımlarını seçerek bitki yetiştirmeyi tercih edenler, farkında olmadan dar alanda kısa paslaşmayı kabul etmişlerdir. İnsan ömrüne nazaran farklı bir seyir izleyen devletler bu nedenle her an büyüyüp küçülebilir. Uyruğuna sahip olduğumuz ülkemizi büyütmenin yolu, bütünlüğünü sağlayan unsurları ayrıştıracak hamleleri etkisiz hale getirerek ana hatlarla oluşturacağımız algılarımızı zenginleştirici yöne çevirmektir. Yoksa aynı yolun yolcusu farklı yöneticilerce bin yıldır yaşatılan medeniyetin istikbalini aileden öteye koyan padişahların devşirme kökenli anaları, üç kıtaya ayak basıp şehit olmuş, sadrazamlık yapmış yeniçerilerimizin, Anadolu ve Rumeli’yi geçmişiyle kopmadan yaşatmışların ruhu incinir. Nitekim sıyrık ruhlar arasında kalındıkça önder ve kapsayıcı bir ruh icat edilemez.

Bütün katmanları ile bir medeniyeti tanımadan o medeniyetin yandaşlığını yapmak kişiyi bağnazlaştırır, gelişimini daraltır. Bu yolla ancak, en boş zamanların icra edildiği günlerde kurulan ikinci el medeniyetler pazarına yüz sürülür ki mevcut kazanımlara uygulanan kolaycı yıkıcılık hamlelerini elden bırakmayacakları için tarihte olduğu gibi bugün de Taliban, Ku Klux Klan, Neonaziler gibi hiçbir geriye dönük medeniyet uyarlaması başarılı olamamış ve olamayacaktır. Nitekim son birkaç yüzyıldır dünyaya egemen olmuş İspanya-Portekiz ikilisi, sonra Hollanda, ardından İngiltere ve nihayetinde ABD’nin diktiği medeniyetlere başımızı çevirdiğimizde mevzu daha iyi anlaşılacaktır. Özellikle niceliksel gelişim konusunda dikkate değen bir örnek olarak, Amerika Birleşik Devletleri gibi asgari müşterekte buluşan insanların bir araya gelerek geliştirdiği yapay bir “ulus-devlet”ten yayılan medeniyet dalgasının -Hiroşima, Apartheid, Vietnam, Afganistan gibi göz ardı edilemeyecek hataları ile birlikte- dünyayı eski devirlere nazaran daha bolluk içinde kılmaya çalıştığı bir gerçektir.

Kısacası, büyük devlet olma hedefini koyanların içindeki unsurları sağlıklı gıdalarla beslemesi, daha sonra doğallıkla kabından taşması beklenmelidir. Her şeyden önce taşkınlık kuyusuna yuvarlanmadan kaplardan taşılsın, daha sonra yeni bir kap elbet bulunur.

Bu yazı 8 Aralık 2015 tarihinde Radikal Blog'da yayımlanmıştır.
http://blog.radikal.com.tr/politika/buyuk-devlet-olmak-119168

DTÖ’nün ilkelerine yeniden bakmak ve “Kaybedenlerin Korunması”


9 Temmuz 2014

Kumarda kaybeden aşkta kazanır.

Bilindiği üzere, ticaretin serbestleştirilmesi kimilerinin kazançlı kimilerininse kayıplı çıkmasına neden olmakta, ancak kuramsal ve deneysel çalışmalar serbest ticaretin kazanımları daha fazla olduğunu göstermektedir [1]. Bununla birlikte, ticarette yaşanan bu değişim nedeniyle kayba uğrayanların kendi zararlarını -çoğunlukla kendilerinin- telafi etmesi beklenmektedir. Kimi muhtemelen kaybedecek unsurlar ise söz konusu sektör(ler)de serbest ticaretin önünün açılmasına engel olmaktadır. Bu da ticaretin serbestleştirilmesi önündeki en yavaşlatıcı etmendir. Bu yüzden sanayi devriminden bu yana ticaretin serbestleştirilmesi, Afyon savaşları örneğinde olduğu gibi kimi zaman silah zoruyla mümkün olmuştur [2]. Görünmez el ilkesine göre piyasayı düzenleyici kudretin bireylerin kendi refahlarını arttırmak peşinde koşarken toplumsal refahın artışına neden olması makul bir mekanizma olsa da, iki veya daha fazla devletin ticaretin serbestleştirilmesi esnasında bireysel olarak uğradığı kayıp toplumsal olarak olumsuz etkilere sahip olabilecektir. [Esasen toplumcu olmayan bir üretim biçimi olan kapitalizmde, bireylerin özgür iradeleri ile bulundukları girişimler yoluyla, yani piyasanın devlet müdahalesine maruz kalmayarak kendi dengesini bulacağı düşünülmektedir. Ancak devletler (yeni teşvik sistemi gibi) günden güne türettikleri yeni yöntemler ile çeşitli teşvik mekanizmalarını hayata geçirmektedir.] Göz ardı edilen, uluslararası toplumun (yani dünya) refahının artıyor iken, egemenlik kıstaslarını karşılayan bir ülkedeki toplumun refahının belli bir alanda hasar görmesi ve bunun etkilerinin toplumsal dönüşümleri tetiklemesidir. Bu gerçekle karşı karşıya kalan devletler, ekonomik olarak gelişmişlikleri ölçüsünde dış ticarette liberalizasyon çalışmalarının hızını ayarlamaktadır. Bu hızın, devletlerin potansiyeli doğrultusunda ve daha sağlıklı bir mekanizma ile arttırılabilmesi için uluslararası ticaret sistemi ile bütünleşmiş aktörlerin dayanışma örneği sergileyerek aralarında bir akit yapması gerekmektedir. Bu makale, uluslar arasında böyle bir akdin yapılabilmesini kolaylaştıracak yolları sorgulamaktadır.

Bilindiği üzere bir sektörde rekabetçilik kaybedilince (liberal demokrasilerde bilhassa siyasiler ve iş adamları tarafından) o sektörün serbestleştirilmesine yönelik bir baskı oluşur. Bu baskı, kamusal alanda bulunan unsurların ayrı bakış açıları içerisindeki taleplerinin bir paketidir. Örneğin kırmızı etin korumacı önlemler nedeniyle yerli kaynaklar tarafından tedarik edildiği bir ülkede kırmızı fiyatlarının yüksek seyrettiğini ve kırmızı etin sadece beyaz et ile ikame edilebileceğini varsayalım. Bu şartlar altında tüketiciler bir durumda bireyler kırmızı et yerine beyaz ete yönelse dahi bu durum uzun vadeli ya da sürdürülebilir değildir; zira artan talep, beyaz et fiyatlarını da yukarı yönlü etkileyecektir. Et fiyatlarının kronik hale gelen yüksekliği, sektörde piyasa mekanizmasının etkin işlemediğini yansıtmaktadır. Bu durum eninde sonunda sektörün yeniden yapılandırılması gerektiği gerçeğini ortaya çıkaracaktır. Yeniden yapılandırmanın iki temel ayağı olacaktır. Yapılandırmanın devlet eliyle gerçekleştirilecek olan kısmı, muhtemelen rekabetin korunması çerçevesinde olacaktır. Geriye kalan büyük hareket alanı ise özel sektörün eline bırakılacaktır. Bu noktada arzın talebi karşılayamamasından kaynaklanan yüksek fiyat politikası terk edilecektir. Ancak, yerli kırmızı et üreticilerinin nispeten maliyetler ve korumacı önlemler nedeniyle elde etmekte olduğu kâr/pazar payının böyle bir politika değişikliği ile azaltılması/yok edilmesi, sektörün yerli kaynaklarının kısırlaşmasına neden olabilir. Bu, bütün DTÖ üyesi ülkelerin, yani çok taraflı ticaret sisteminin üyelerinin farkında olduğu bir husustur.
DTÖ kuruluşundan itibaren en çok kayrılan ülke ve milli muamele ilkelerine uyarak çok taraflı ticaretin serbestleştirilmesine ilişkin müzakerelerin sürdürüldüğü bir platform olagelmiştir. Bu iki temel ilke, uluslararası ticaretin şekillendirilmesine büyük ölçüde katkıda bulunmuştur. Her ne kadar Üye ülkeler liberal bakış açısıyla sisteme olan inançlarını her fırsatta dile getirmişlerse de hemen hemen bütün ülkelerin belli sektör ve alt-sektörlerde rekabet üstünlüğünü bir türlü yakalayamamaları korumacılığa yönelmeleri ile sonuçlanmaktadır. Bu sonuca yol açan sebeplerden biri de, DTÖ’nün kurumsal ilkelerinin eksikliğidir.
Söz konusu eksiklik, üçüncü bir ilkenin hayata geçirilmesi ile aşılabilecektir. Bu ilke, “kaybedenlerin korunması” yani “protection of those who lost” ilkesidir. Temel iktisat teorisine göre, çeşitli nedenlerle uluslararası rekabetçiliğe sahip olmadığı için ulusal düzeyde koruma altında olan bir sektörün serbestleştirilmesi sonucunda açığa çıkacak olan emek ve sermaye fazlasının, rekabetçi olunacağı muhtemel olan bir başka sektöre kanalize edilmesi gerekmektedir. Fakat özellikle GYÜ’ler ve EAGÜ’lerin teknik kapasitesi, hangi sektörlerde rekabetçi olunmadığını net olarak ölçememektedir. Bir yandan uluslararası ticaret sisteminde sürmekte olan müzakerelere uyum sağlamaya çalışan Gelişmiş Olmayan Ülkeler (GOÜ’ler, GYÜ ve EAGÜ’lerin bir arada olması durumu), diğer yandan büyüme hedeflerini tutturmaya çalışmaktadırlar. Bu noktada, emin adımlar atmak isteyen GOÜ’lerin politik bir yaklaşımla mümkün olduğunca korumacı davranması doğaldır. Ancak bu durum, çok taraflı ticaret sisteminin gelişimine engel teşkil etmektedir. Bu nedenle, DTÖ bünyesinde oluşturulacak bir fon ve uluslararası memur kadrosu ile bilhassa GOÜ’ler için, rekabete açılma sonrasında ortaya çıkacak olan söz konusu sektörel yıkımın bertaraf edilmesine ilişkin izlenebilecek yöntemler hakkında çeşitli araştırmalar ve raporlar hazırlanabilir; böylelikle pazarın serbestleşmesinde dönüm noktalarını belirtecek yol haritaları çizilebilir. Dahası, temelini GATS’tan alan bölgesel ve ikili ticaret anlaşmalarında, özellikle Türkiye’nin son birkaç yıldır birer birer müzakerelerine başlamış olduğu; yeni nesil STA’lar olarak bilinen, hizmet ticareti ve yatırım bölümlerine sahip olan kapsamlı ticaret anlaşmalarında bu ilkeye atfen bir maddenin koyulması, söz konusu ilkenin yürütmesi ve serbestlik düzeyi bakımından GATS’ın çok ötesine geçilmesi konusunda tarafların elini, liberalizasyona yakın bir tavır alabilmeleri hususunda önemli derecede rahatlatacaktır. Bu hususun DTÖ nezdinde esas ilkelerden biri haline gelmesi, uluslararası ticaret sisteminin serbestleştirilmesi hususunda önemli bir ivme sağlayacaktır.




KAYNAKÇA
[1] Steven E. Landsburg, Price Theory and Applications, 6th Edition, Chapter 8
[2] http://www.cato.org/publications/speeches/making-case-free-trade